yol hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yol hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9/09/22

sahilde ılgın...

Çocukken atlattığım boğulma tehlikesinin ardından ilk kez Adana'nın sahillerinden birinde denize girdim, ılıktı ve korkutucu olmaktan çok uzaktı... gerçi Karataş'taki arkadaşım için sıkça gidip kumsalda vakit geçirmiş olsam da yüzmeye cesaret edememiştim.

Lisedeyken gece sahilden Kıbrıs'ın ışıklarına bakıp şimdiki yaşamlarımızdan bambaşka hayaller kurardık... lise bittikten sonraki sene sınava yakın, dershanenin düzenlediği gezi için evine 15 dakika olan sahile güzel anılar kalsın niyetine para verdi, gezide bizden daha çok gülen olmadı tabi ki... sınıfta selamlaşmanın dışında tek kelime etmediğimiz oğlanlardan birine aramızda geyiğine takılıyorduk -çok yakışıklıydı- geziye kuzeniyle gelmişti -sağlam genleri varmış kuzeni ondan daha da yakışıklıydı- yolculuk boyunca bize baktı, hangimiz daha deli anlamaya mı çalışıyordu, dönen muhabbeti mi anladı, yoksa gülüşlerimiz miydi sebep bilmiyorum ama onunla ilgili kısmın ergenlikte kalması güzel, hatırlamak bile utandırıyor şu an, o kıkırdamaların tatlılığı gülümsetiyor aynı zamanda... oğlum da öyle yakışıklı olur mu acaba?

Bizim kız şimdilerde üç çocuk anası, Mersin'de denize 3 dakika mesafede oturuyor ve halen yüzemiyor, geceyi birlikte geçirmeyeli çok uzun yıllar oldu, gökyüzündeki hayallerimiz yıldızlar gibi gecede kaldı, hala çok seviyorum, anlatırken özledim yine... her görüştüğümüzde "daha sık buluşalım" diyor ve araya yılların girmesine engel olamıyoruz, yine de var iyi ki, hayatımı yaşanır kılan böyle üç beş insan.

7/20/22

tek nefeste

Bir haftalık İstanbul kaçamağının ardından, 4 günlük yayla havası, 3 gün tembellik derken alabildiğine yoğun bir pazartesi mesaisin aynı tempoda olmasa da olağanın hayli ötesinde hareketlilik yaşayan bir salı, ufak bir hırsızlık vakası falan derken onca zaman nasıl geçti anlayamadım... İki gün su içmeye dahi yerimden kalkamıyordum zira odadan kafamı uzattığım anda başka işler bana bakıyordu... iş arkadaşımın yıllık izin kullanmasına olur demese miydim, bilmiyorum ki...

 Oğlum bu ay babasıyla kalacaktı yasal mevzular gereği ama babası iki haftada bir kere bile yeni evine götürmeden, yeni eşinin çocuğuyla tanıştırmadan, eşiyle ailenin ferdi hissini verme kaygısına hiç mi hiç kapılmadan, geri gönderdi yavruyu... onun için üzgün hissettim fakat böylesi benim açımdan daha iyi gibi görünüyor,  velayet mevzusunu anmaz artık... yazık, hep mi böyle bir insandı ben cidden kör müydüm?

Kuzum geldiğinden beri durgun, ağzını mühürlemiş… spor ağırlıklı bir kursa gönderdim, eğlensin umuduyla olmayan bütçede eksinin dibini gördüm, onu bu halde yaylaya göndermek istemiyorum ama alternatifim yok, çok fazla yararım olduğunu da düşünmüyorum şu halde, hafta sonu yeterli zamanda bana yüreciğini açar mı merak ediyorum.

İnsan yakın gördüğü kişiye daha çok kırılıyor, babasının evliliğini ondan sakladığıma içerlemiş olabilir, özür dilemeliyim.

42 yılımın hatırlayabildiğim temiz 30 yılını anneme benzemeyi istemeyerek geçirdim, artık her geçen gün ona daha da çok benzediğimi kabulleniyorum, bu kabulle hatalardan ders çıkarmak biraz daha kolay... İyi ki var, kabul onu anlamayı da kolaylaştırıyor, ona karşı bazı tavırlarımdan utanıyorum.

Aidiyet hissetmeyi seviyorum, rahat, huzurlu, dünya ateşe de yansa sığınacağın yerin var, dünyanın öteki ucunda bile olsan seni evinde hissettirebilecek biri var, güzel şey velakin dünyanı başına yıkan yine o his...

Aidiyeti olmayan bünyemin ılık meltemler gibi savrulduğu günün birinde İstanbul sokaklarında bir adamın gülümseyişini çektim, şimdilerde ne zaman canım sıkılsa telefonumdan açıp o fotoğrafa bakıyorum, istemsiz bir tebessüm konduruyor yüzüme, çok tatlı... eski'yle çıkmaya başladığımız zamanlardan beri 2D olmayan bir adama sevimlilik atfettiğim ilk sefer bu...

Bir yıla yakın süredir, emekli olup -çocuk da üniversiteye gidip ayakları üzerine durmayı öğrenince- dünyayı gezmek, hayal olmanın ötesinde planlanmış bir durum bende... fakat İstanbul'u gezerken anladım ki feci paslanmışım, ya ciddi düzeyde spor yapmaya başlamalı ya da bu planı rafa kaldırmalıyım

Dünyanın öteki ucunda beni bekleyen biri olabileceği fikri hoş; belki ruh eşi, belki evlat edinilecek bir çocuk, belki de frekansının tutup sıkı sıkıya sarıldığı bir arkadaşlık veyahut sadece umut... vazgeçmek istemiyorum, pek tabi şartlar ne getirir bilinmez, Mevlam görelim neyler...

7/04/22

yola düştüğümün ertesi

Aşırı derece yorucu bir o kadar güzel fakat alabildiğine uzak gelen bir İstanbul haftası oldu.

İzmit'te yaşarken gözüme korkunç gelirdi İstanbul, 'böyle bir şehrin bu kadar müptelası nasıl olabilir, neden kaçıp kurtulmuyorlar?' diye merak ederdim ta ki ömrümün en güzel üç yılını bu şehre borçlanana kadar... 

Oğluma şöyle bir gösterip kaçmak için gittim ve yine İzmit'teki gibi uzak geldi şehrin havası... sanırım İstanbul düşündüğümden daha tutkulu bir şehir "seyirlik değil ömürlük" olanlardan... ümüğünüze çöküp canınıza kastetse bile kalıp şehrin çılgınlığına kapılmamak zor, tabi ki dış kapıdan boynunu uzatan için değil, yaşayanına... bir bakıp çıktıktan sonra "bir daha uzun süre görüşmeyelim" dedim şehre usulca, umurunda bile olmadı.

Her yerde o kadar çok turist vardı ki, kendi ülkemden bir şehri gezmek onların girdiği kuyrukları uzattığı için utandım, çekindim, rahatça gezmeye hak göremedim, Ayasofya'ya bile giremedim.

Başka bir ülkeyi geziyormuşum gibi düşünmeye karar verdim sonra, her yerde fotoğraf çekip tuhaf bakışlarla her şeyi süzen yabancı olma fikri hoşuma gitmedi, sadece üç beş yer gezeceksem bile en az üç ay kalayım gittiğim yerde diye netleştirdim dünyayı gezme planımı.... koltuğun kenarında oturup kapıyı her fırsatta dikizlediğim ev gezmelerini sevmiyorum, kaçan göçen varmışçasına gezince İstanbul bile sevimsiz... 

O kadar çok turist görünce, tüm bu milletlerden daha fakir olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım, dünyayı gezmek yine dilde kalacak benim için muhtemelen, yine de hayat ne getirir bilinmez, hayırlısı bakalım...

Arkadaşlarımdan ve akrabalarımdan bazılarını ziyaret ettim, y. ablamı çok özledim, evi uzakta diye hep şikayet ederdim ama o varken başka yerde kalamazdım, yokluğunda 'bugün nerede kalsam?' için bir sürü seçeceğim olsa da onun yanı kadar rahatı yokmuş, içimi acıttı, birkaç gece oğluma çaktırmadan ağladım.

İkimizin de bekar olduğu ve sık yazdığı sıralar buluştuğum blog arkadaşımla çoluklu çocuklu piknik yaptık, şehrin çılgınlığı arasında nefes almamı sağladı.

Uzakdoğu filmlerinde gördüğüm tek odalı iki adımlık hatta azıcık hareket edince benim gibi yerden bitmenin bile kafasını vurabileceği evlerin bizim memlekette de olduğunu, ana oğul bu eve sığışabileceğimizi görmek şaşırttı, ben sevsem de oğlum yadırgadı bu yeri, diğer gittiğimiz yerlerde kalmak istedi, buna da şaşırdım, normalde benimle yalnız olabilmeyi tercih ederdi, ev bana karavan havasında, ona basık ve ürkütücü geldi bir şekilde...

Eski ev arkadaşlarımdan biri kan bağıyla yakın, mesafede uzak bir akrabamla evli... arkadaşın ısrarı üzerine ziyarete gittim, akrabamla senli benli konuşmaya başlamama karşın "siz" diye hitap etti, ilerleyen zamanlarda siz veya sen demeyeceğim cümleler kurup mümkün olduğunca az konuştum onunla -böyle durumlarda ne yapılır pek kestiremediğimden kaçmayı tercih ediyorum- aslında Allah biliyor ya yemek bile yemeden çekip gideyim dedim fakat arkadaşım ummadığım kadar ilgiliydi ve oğlum oğullarıyla çok iyi anlaştı -gitmek istememde "yaşlanmışsınız" demesinin etkisi de var elbet, ne münasebet, siz diye hitap ettiğin kişiyle edilecek muhabbet mi bu?- tüm uyuzluğuna rağmen akrabam iyi biri galiba, arkadaşım pek yıpranmış görünmüyor, çocukların gözleri de pırıl pırıl...

İstanbul'un son gününde eski, önce evliliğini oğluma birlikte söylemeyi teklif etti, kabul etmedim, yavruyu ona bıraktığım sırada da "nereye gideceksen bırakayım" dedi, 2 yıldır ya askıntı olup ya kavga çıkaran mütemadiyen gördüğü üç beş saniyede kinle bakan adam dedi bana bunu... bir an yine yabancılaştı, hiçbir şey olmamış gibi davranması nedense şaşırtmıyor bile artık, 20 yıldır değişmeyen tek huyu bu belki, mesafeye rağmen kopsak da yakınlaşsak da her şey doğal"mış" gibi davranıyor.


Bir tür zafer kazandığını düşünüyor olmalı, mutludur yeniden evlendiği için, öfkesinin gazı kaçtığına göre... merak etmedim değil 'baksam yeniden ruhuna dokunabilir miyim?' diye, gözümü sakındım, yüzüne bakmadan "gerek yok" dedim gittim, sarstı elbette beni... kafa dağınık olunca abuk bir saatten aldığım ucuz biletle gece yarısı Adana'nın göbeğindeydim, Ankara sabahında onun yakınında olmaktan korktuğumun zerresi kadar bile korkmadım herkesin ürkütücü bulduğu şehrin gecesinden, o kadar canlıydı ki sokaklar, dolmuşlar bile çalışıyordu işlek caddelerde...

Evde yalnız olmak tuhaf, oğlumu da annemi de özledim.

3/09/22

müsait yerde...

Otobüsün ters yöndeki koltuklarını seviyorum, eskiden otobüsün sonunda kapıya bakan iki kişilik yeri tercih ederdim, şimdi gövdem yüzünden külfet... ön tarafın tersine oturmam yaşlandığımın da kabulü, evet.

Yaşlı adamın bastonuna yaslanmış bir nine çizmek istiyorum, otobüsün koltuk tahsisine dil çıkaran kıpkırmızı  bir de dil... 

Akıllı adamlar deli ediyor beni, aklımı başıma alsam daha da çekilmez oluyor bu bay bilmem neyin pek bilenleri... gençken aklı başında beylere kapılırdım, insan olarak seviyor, yazarlarsa okuyorum ve fakat şahsım adına en akıllı adam beni kendi halimde bırakan adam...

Hadi vazgeçelim, gelmişi geçmişi ve dahi istikbali... boşver.

Yazmak da ağzından çıkan sözler gibi esir ediyor insanı, yazmanın güzelliği silinip yeniden inşa edilebilmesi, yoksa yazamazdım bu kadar ama en en en güzeli yakılabilmesi, sözler verip tutamadığında da ateşe versem her kelimeyi, oh ne ferah...



2/24/22

merhaba turna kanadındaki yağmur

Dün iş çıkışı epeyce yürüdüm, montlularla kısa kolluların omuz omuza yürüdüğü olağan bir Adana kışıydı... rüzgarla aram iyi olmadığından bugün es geçtim.

İşle ev arasındaki yol harika, sabahları turnaları akşamları martıları selamladığım yola şükrettim yürürken, her adımda durup bir şeylerin fotoğrafını çekmek istedim, uzun zamandır içimden gelmiyor öyle... çok kalabalıktı, koşanlar, el ele dolaşanlar, atışarak yakınlaşanlar vs... yeni normallerde sevgili yapınca martı(scooter) ile turlamak da var anlaşılan, geniş kaldırımlarda güzel müzik de varsa kulağımda gözlerim kapalı yürümeyi severim velakin tehlikeliydi çifte martılar nedeniyle...

Yolun sonuna doğru yol biraz ıssızlaştığında ve gün batımının hemen ardı sıra banktaki bir adam iyice öne doğru eğilmiş kafasını avuçlarının içine gömmüştü -sıkıntılı görünüyordu- yaklaşmadım, kadın olsa gidip sorardım yardıma ihtiyacı var mı diye ama pek tekin değildi benim için, kadın bile olsa terslerdi zaten "yetmedi mi, rahat bırakın beni" diyecekmiş gibi duruyordu, siyahi miydi yoksa elleri yağ içinde olduğundan mı siyah görünüyordu bilemiyorum, yabancıysa daha da zor olmalı... aklım kaldı, çocuk olsa ellerimi ellerinin üzerine koyardım, sözcüklere gerek kalmazdı, umarım iyidir.

Turnalar, her yağmurda göçer diye bakıyorum ama giden yok, yazın sıcağından mı kaçacaklar dersin, geçen yaz gördüğümü hiç hatırlamıyorum.



12/08/21

yağmur sızıltısı

 Durup durup ağlıyorum, şimdinin pişmanlıkları mı geçmişin yası mı çok kestiremesem de, zaman mekan dinlemeden bastırıveriyor sağanak halinde... birkaç kez iş yerinde salya sümük yakalandım, evde artık saklama gereği bile duymuyorum, abimle de atıştık geçenlerde; gelmiş geçmiş gelecek ne varsa dümdüz hem söyledim hem ağladım... tutamıyorum artık, en ufak duygusal yük bile tonuyla çöküyor sırtıma, kamburum çıkacak, yakındır.

"Havadandır" diyorum, şehir hiç olmadığı kadar gri... insanın içini üşüten rüzgarlardan esiyor, üşüsen de ılık bir el dokunmuş gibi hissettirenlerden değil.

Aksi gibi kendimi yola vurasım var, dinlenmeksizin yürümek istiyorum, yağmura çamura annemin kızmalarına iş arkadaşlarımın imalı bakışlarına aldırmadan -biraz makul karşılansın diye artan yakıt fiyatlarını bahane edip- mesainin zincirinde olmadığım vakitlerde yürüyeceğim, ıslanacağım ve görünen o ki her zamankinden fazla ağlayacağım... kimbilir içim çıkana kadar ağlarsam küflü yalnızlıkları da söker atarım belki sindiği kuytulardan...

1/18/21

Yol gidenindir

 Bugün araba sürmeye başladığımdan beri korna yemediğim ilk gün, yolun üçte ikisi hiç arabanın olmadığı tenhalarda geçmiş olsa da yol uzun zamandır kullandığım aynı yol, park ederken de arkayı çöpe sıfır yanaştırmasam daha da şenlenecektim darısı dönüş yoluna inşallah... 


Az trafikli bol güvenli selektörsüz günler diliyorum kendime...

12/28/20

Arkaya acemi şoför yazsam mı?

 

Arabayla ilk kez trafiğe çıktım, katetmem gereken çoooook uzun yolum var hala... dilerim kaza bela olmaz.


Yıllardır süreceğim diyip geride durdum şimdi mümkün olduğunca ilerliyorum, sanki bu engeli aşarsam eşime dair önemli bir viraj alacağım gibi geliyor. 


Kendime yetmek istiyorum, kendime yıllar sonra bile isteyince olacak bir hediye olsun istiyorum.


Tanıdık birinden yardım alıyorum şimdilerde sürüşlerim için, tez zamanda daha iyi olur her şey inşallah...

12/24/20

şeridinde kal, çizgiyi kaybetme


 Her şeye bebek adımlarıyla yeniden başladım. sen de emekleyerek ben diyim sürünerek, Allah ne verdiyse koşmak için hevesleniyorum. Yeni hayat, olağan haller... tek korkum yaşadığım sınavları tersten okumuş olmak; onlarda başa saracağım korkusu beni öldürüyor.


Araba sürmeye çalışıyorum, tam zamanlı çalışma+hafta sonu yasağı derken zaman oldukça kısıtlı ve ben hala kötü bir şoförüm... Direksiyon dersi alıyorum ama yeterli gelecek mi bilmem, haftaya ders için tekrar izin almam da mümkün değil... gelip giderken beni yönlendirecek bir çılgın da bulamadım, hayırlısı bakalım.

çaresizlikten trafik canavarı...



12/08/15

akıl terazisi kayıp

beynim sünger gibi... oğlum için süt, iş için göz, ev için eller, yol için ayaklar... hepsi ama hepsi beynimden bağımsız çalışıyor, belki gerçekten öyle, sınavlara girip sorular çözerken bile beynimin varlığını hissedemiyorum, zekayla akıl iyi dost ama kesinlikle aynı şey değil... kafadan şöyle, kafadan böyle... peşin hükümlülük de beynimin iş astığını göstermiyorsa artık... aklımı kurcalayan hiçbir şey yok, oysa bir sürü sorun var aklıma takılabilecek, oysaki hiç sorunum yokken bile beynim çatlayıncaya kadar düşünürdüm, pek çok kez tavandaki çatlaklarda beynimin tüm kıvrımlarına ulaşabildiğimi hissediyordum, kendimi bilmesem beyinsizin tekiyim zanneceğim.

'Beni nasıl tanımaz bunca zamandır' diye bozuluyorum insanlara, nasıl da otomatiğe bağladığımı hiçe sayarak, beynimin bedenimden bağımsızlığını ilan ettiğini yok sayarak... onu görmezden gelmelerimin bedeli mi bu acaba? beyin küser mi canım, yok artık, umarsızlaşır ama, duyarsız hale gelebilir, belleğimde bunun zirilyon tane anısı var.

çocuk gelişimine kafayı taktığım dönemde "beni neden suluyorsunuz" diyen bir çocuğun hikayesi dönüp duruyordu paylaşım bıdı bıdılarında, akıl zembereği denen meret ben yaşlarda da boşalır mı acaba?'... sorular bile ne kadar inceliksiz...

virajdayım, hayatın dönüm noktalarından ödüm kopuyor, baskı altında hissetmeyi oldum olası sevmedim, neydim çok net hatırlıyorum, ne olduğum kısmından nefret ediyorum; annelik hariç, beyinsizliğimin tamamı dahil...

'dünyayı gezmek istiyorum' bunu sesli söylediğimde yalnızsam bile alaycı bir gülümseme yerleşiyor suratıma, artık kendime inanmıyorum, hiç... kendi yalanına inanan insanlar var ya benim sorunum insanların yalanlamalarına inanmak... "yapamazsın sen onu" denilen hiç bir şeyi gerçekleştiremedim şimdiye kadar... vazgeçtiğim için değil, o alaycı gülümseme, kendimleyken dönüp beni bulduğu için...

İnsanın doyduğu yer derler, sevdiğin insanlarla güzelleşir şehirler derler, bende bunlar yalan... Adana'dakinden daha iyi kazanıyorum, Ankarada sevdiğim iki buçuk insan var ki İstanbul'dakilere denk tutmak cinayet olur, yine de İstanbul "İstanbul" işte... deliler gibi özlüyorum, orda hissettiğim duygu yoğunluğu ne Adana'da ne Ankara'da var. Kocamla ilk gerçek randevum İstanbul'da olmasaydı, hissettiklerimden emin olabilir miydim veya ben İstanbul'da geçirdiğim o üç seneyi hiç yaşamasam kendime dair hiçbir fikrim olur muydu? kendimi tanıyorum, kocamı seviyorum ve İstanbul'a şükrediyorum, iyi ki varsın İstanbul, sen fondayken her şey daha net, ruhum, kalbim, aklım birlikte olmayı hiç sendeki kadar sevmiyor. Ankara robotik, rahatına alışırsın da sevmesi... Adana konusunda zaten hiç ağzımı açtırma... güzelim İstanbul, seni bulmasam Adana'yı yeniden sevebilir miydim ondan bile emin değilim...

İstanbul=trafik, yolda olanın gördüğü yalnızca yolculuğun seyri... yuva her şehrin çok çok ötesinde elbette, o ayrı... ama İstanbul "İstanbul" işte...




8/16/11

ikircikli tomurcuk

çok hareketli bir haftasonuydu, hatta bir ara heyecandan tıkanıp kaldım, abimlerle başlayıp ankaraya uzandı, yeğenlerimle kudurganlığın hemen ardından hanım hanımcık haller eşliğinde sevdiceğimin ailesi karşısındaydım, heyecandan ölebilirdim başta, sonrasında sakinleştim o kadar ki bi ara kendi sesimden uykum geldi.

onun dizi dibinde olmak nasıl da güzel, bunu çirkinleştirebilecek hiçbir şey yok dünyada, varsa da umrum değil, yanındayken sanki başkalaşıyor dünyam... ta ki 'uzak' tüm renklerin siyah-beyaz baskısını yapıp tekdüzeliği tüm gri tonlarda çerçeveleyene kadar...belki de yakın gözlüğüne ihtiyacım vardır, bilmiyorum, şayet yaşadığım kusurla doluysa yok böylesi güzeli, onu biliyorum.

alabildiğine duygusal yoğunluğun, birlikteliğin, kalıbalığın ardından yalnızlık dağ gibi büyüyor gözümün önünde, kötücül fikirler dağa çarpıp yankılanıyor, çoğalıyor, kocaman bir kuru gürültü taşları yerinden ediyor, içimin nasıl ezildiğini tarif bile edemem.

papatya falı açar gibi geleceğimi bir olumlu bir olumsuz etkilere bırakıyorum fakat artık bocalamalara, enerji tüketecek lüzumsuzluklara vakit yok, sınavlar yaklaşıyor, bu sene inekleme senesi arkadaş, ahdim olsun sınavı alnımın akıyla verdiğim gün sıvanla ilgili müsveddeleri ortadan kaldırıp kendime bir koli gerçek kitap alacağım ve dilediğimce okuyacağım.

7/22/11

yaylada tazecik bir nefes, ömürde yeni bir yaprak...

yaylaya gidiyorum bugün, bir ayın yarımında ordayım, diğer yarımın bir gün diliminde ankara yolunu tutacağım nasipse bakalım, hayırlısı...

6/14/11

ışıkları geçmeden kaptan!

bugün belediye otobüsünde iş arkadaşlarımdan birinin bir torba dolusu salyangoz taşıdığını farkettim, sırf gıcığına yanına gidip kıvrandırabilirdim hatunu, daha birkaç gün evvel bana sıkı bir ayar çekmişti onun kuyruk acısı da vardı ama uğraşamam, bünyem kaldırmıyor öylesi şeylere enerji harcamayı, melek olduğumdan falan değil yani üzerimde geçgin bir kadının ruhunu sürüklediğimden...

kadını görmezden geldiğim halde onda bir saklanma köşedeki demire torbayı siper etme çabası gördüm, bakınca göz göze geldik tabi, selam vermemek imkansızdı, gittim yanına, laf sokma mevzunu az evvel kafadan katlayıp rafa koyduğum için ciddi ciddi söylediklerini dinlemeye başladım, resmen saçmalıyordu, gevrek gülüşümü ve sivri burnumun bükülüşünü göremezdi çünkü cidden duruşumun ciddiyetine odaklanmıştım, şimdi bile durum komik geldiği halde gülemiyorum, kadının tüm o mimikleri ve mimiklerinde gezindiğini hayal ettiğim  salyangozlar fikrimi gıdıklayamıyor ama komikti hakikaten.

özellikle sağlık köşesinden dönüp çocukluğa  indiğimiz sapakta bahsi geçen sülük anıları iç çekmeli kahkahalarım için birebirdi yahu...tarifsiz anlardan biri olarak kaldı bu da böyle, oysa beni ne çok neşelendirecekti inceden...hapşırmak isteyip de burnunda o kaşıntılı hisle kalmak gibi bir şey oldu, ne yazık!

2/08/11

habersiz gitmem artık, söz

dün "127 saat"i izledim, kimsenin bilmediği bir yarığın içinde sıkışıp kaldığım oldu -tabi benimkisi ruhen- hatta hali hazırda dün gecenin bir yarısı oldu bu tekrar ama her şeye rağmen yaşamak, yarının güzelliklerini sezmek, kendinden bir şeyler yitirdiğini görsen bile kendini olduğundan geriye koymamak mühim, filmin bana müthiş bir enerji verdiğini söyleyebilirim, alelade bir filmmiş gibi ama yakalıyor işte bir yerden, mesela adamın kolunu kestiği sahnede dondum gözümü bile kırpamadım, ortaokul zamanı kendi ayak tırnağımı çekmek zorunda kalmıştım birkaç kere, ilkokulda da azı dişimin birini hayli zorlayarak da olsa kendim çekmiştim (pense yardımıyla falan) tüm o anların acısını etimde hissettim resmen...filmden hemen sonra tomris uyar'ın "metal yorgunluğu"ndan bıraktığım son hikayeyi de okuyunca müthiş bir iç sıkıntısı bastırdı, "sıkıntının felsefesi"ni okumak istiyorum ne zamandır, erteliyorum

her neyse...geçelim şimdi sıkıcı konuları!

zurnanın zırt dediği yere geliyorum; istanbul :)

deli gibi özlediğim şehre ufak bir haftasonu kaçamağı yapacağım iki hafta sonra, şiirler şarkılar gibi sarıyor beni bu şehir yahu, allar allara morlar morlara karışacak alamanyalardan istanbullara uçtu uçtu ne uçtu oynayacağız ki ohh değmeyin keyfime!...gerçi tam da şarkılardaki gibi senede bir gün görebilme şansım oluyor o da ayrı mesele ve fakat asıl mesele bu değil yine de; 'tüm şehri iki günde nasıl dört döneceğim?'... ı hı işte tam burda yine bir şarkı giriyor araya, yanısıra ayaklarımın altı kaşınıyor, dilim şişiyor, bildiğin gibi değil yani "yarim istanbul geeel öpeyiiiimmmmmm gerdanındaaaaannn..."

istanbul dedim de kalbim pıt pıt atmaya başladı bak :P

12/09/10

sıcacık bir kış günü yolculuğu

günü bir sahil kasabasında dalgaları dinleyip portakal ağaçlarının seyriyle antrede güneşlenerek geçirdim, demlik demlik çay içtim, arkadaşımın her daim beni güldüren esprilerine bir kere daha güldüm, ara sıra kumda gezinip romantik düşler kurdum, tenimi sarı sıcağa bıraktım, gelecek yönünde beni endişelere salan kara kara bulutlara üfledim gitti, gülümsüyorum ve huzurluyum, kadim dostlukları çok ama çok seviyorum.

9/13/10

leylek yuvada ama yuva nerde?

kendime bu sene için yığınla meşgale ayarlamıştım, isabet olmuş.
aklımı düşüncelerimden, özellikle de duygularımdan uzakta tutmak için olağanüstü çaba harcıyorum, kâh kursa gidiyorum, kâh yürüyüşe çıkıyorum, bir bakmışsın elimde bir yolculuk bileti yahut evde listelediğim filmlerden birinin başında kırk yıllık eleştirmen edalarındayım ve her daim -gözlerim uzaklara dalsa da aklımı toparlayıp bir sayfayı okumam bazen yarım saatimi alsa da- elimde bir kitap var.

pek yakında, nasipse, hayat yolunda bir yoldaşım olacak gibi görünüyor, annemi ikna ettim, tüm masrafları o karşılayacak şimdilik, sonrasında ben yavaş yavaş ödeyeceğim, sahip olduklarına isimler takmak iyiymiş diye duydum, şimdiden isim hazırlıyorum ve de “ayaklarımı yerden kesiyorsun” demek için sabırsızlanıyorum, araba sürmeyi bir hayli özledim, şu yaştan sonra evden kaçmak abes olur velakin arabaya atlayıp kendimi hapsettiğim dört duvardan kaçabilirim, olur öyle.

işteki izin haklarımız çoğaldı ya güdümsüz bir biçimde gezip duruyorum, eski dar zamanların alışkanlığıyla izinlerde soluğu evden çok çok uzaklarda almak huy olmuş, açıkçası bu huydan vazgeçmeye hiç niyetli değilim, bir sonraki durak antalya, kazasız belasız inşallah...

9/05/10

rota şaşkın, yelkenler fora...

Gecenin bir yarısı yelken açmak vardı şimdi, içimin en karanlık noktalarından ayın yakamozlarına... Her şey için çok geç... Hiçbir yere gidemeyeceğim... Herkesten uzakta ve fakat bir arpa boyu mesafede, beş karış havadaki aklıma mukayyet olamayacağım, biliyorum, beceriksizliğim yakamı bırakmayacak ve o düşlerimi alabora eden hayalkıran var ya yelkenimin rüzgarı olmaya devam edecek, kürek çekerken heyemola niyetine karanlık kehanetler gevezeleneceğim, derken çark edip tamam safsata yaptığımın farkına varıyorum, yine de içimden gemiler geçip gidiyor.

Yol bana hikaye olmazdan evvel hakayesi olan yollara düşmek ve hikayeden hikayeye düş hamallığı yapmak istiyorum hatta olur ya hayrıma çakırkeyf düşleri küfelik olduklarında sırtlanıp ayak altında bırakmamayı görev bilirim, olmadı ayaklarım yere basar bir banliyöde yelkenli hayalleri kurduğuma gülerim gece yarıları...

8/29/10

sert virajlı rampalar, dağlar ve asfalttaki yabani tavşan

'dünyanın öbür ucuna git'mek için elimden geleni yapacağım ve bunu mümkün olduğunca adım adım yapıyorum.

dün ılgaz dağı'nın eteklerindeydim, sabah dikmen vadisi'nde yürüyordum, şu an çukurova'dayım, plansız geziyorum, serseri bir kurşun gibi... umarım kaderin tetiklediği yer bir gezginin sol yanı olur ve ölüm bizi ayırıncaya dek orada saplanır kalırım, yoldan çıkmadığım ve bir kalbin sıcaklığını hissettiğim sürece kanayan sızlayan bir yara olmaya değer mi bilmem ama şayet acı vereceksem tüm o ağrıyı acıyı sahipleneceğim, onu biliyorum.

aklıma da gelmiyor değil hani yollarımı şaşırdım da ondan mı bu yol sevdası, bu arayış aslında bir kayboluş hikayesi mi?

sevdiğimin yanına gitmeye bahane bulamıyorum, aklına girmeye yol bulamıyorum, kalbinde yönümü yitiriyorum; bana öyle geliyor ki bu adama ulaşmak dünyanın herhangi bir yerine ulaşmaya çalışmaktan kat be kat meşakkatli... insanın haritasını okumak bir hayli zor.

7/23/10

kayıp yol hayallerine kılavuz hikayeler

Uzun yolun gündüze denk gelen kısımlarında kitap okumayı seviyorum.

Son yol kitabımın içine gömülmüş akşama doğru hızla ilerlerken içim geçmeye başladı, bir süre sonra köydeydim ve anne-babamın çocukluk hayallerinde kaybolmuştum, rüya gibi değil de düş kurmak gibiydi daha çok, otobüs sarsıldıkça irkilip durdum, her ürperişte yeni birini dahil ettim düşe, giderek büyüdüm sonra bir baktım ufaldıkça ufalmışım… Hava karardığı vakit kitabı tekrar açmadım.

Üç günlük yolculuk sonu geri dönüş yolunda kitap yine kucağımdaydı, yola çıkmazdan evvel kitabın kapağını bile açmamıştım, açıkçası pek mecalim de yoktu ‘kayıp hayaller kitabı’nın içinde kaybolmaya, bedenimi sıcakla ve yürümekle zihnimi de ihtimallerle fazlasıyla yormuştum, yine de ayracı elime kitabı karşıma aldım, ilk on dakika uyumuşum, sonrası düşünmeksizin okuduğum üç beş sayfa, iç geçirmeler, falan filan…

sıkıntıya direnmeyi bırakıp geliş yolunda sevişme sahnesini atlamaya çalışırken kapattığım filmi kaldığım yerden seyredip beynimin karıncalanmasına izin verdim, yanımdaki hatun filme direkt öyle bir sahneden girmeme işkillenmiş midir bilmem, kadın tek kelime edilmeyecek kadar somurtkandı, ben “merhaba” dedim selam bile vermeden “ben buralıyım, kocam Osmaniyeli o burada kalıyor ben Osmaniye’ye taşınıyorum, sorunlarım var” dedi ve üstüne mendebur bir bakış fırlattı ve hepsini sadece tek bakışla anlatmış ağzını hiç mi hiç açmamış gibi sustu, kafasını cama doğru yaslayıp kalçasını dirseğime kadar dayadı, harbiden sorunlu görünüyordu ne diyebilirim ki, yol boyu bana da sorun oldu ama sıkıysa çıtını çıkar o lafın üstüne, yok işte!

Filmin sonuna geldiğimde uyur-uyanık hayaller faslına geçiş yapmıştım bile yine, filmin jeneriği akmaya başladığında uyandım, hasan ali toptaş ismini görünce hem şaşırdım hem de bu adamın hayallerimi tetikleme gücüne saygı duydum bir kez daha… ve geçen yıl dinleyip durduğum candan şarkısına alelacaip hayaller katıştırıp bir kez daha ağladım.

“Çaresizim doğduğum yerde” evet, öyle.