keşke yalnız bunun için sevseydim seni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
keşke yalnız bunun için sevseydim seni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10/12/22

pişmanlık, nereye kadar...

Geçmişe baktığımda taşıyamayacağım kadar ağır pişmanlıklar yaşıyorum, bazılarından tövbe edip kurtulmaya çalışıyorum... kendimi affetmek en zor olanı, kin gütmüyorsam da çok pis içerliyorum, başkalarına yaptığım gibi kendimden uzaklaşmak da mümkün olmuyor, her aynaya baktığımda gördüğüm şahsın her yaptığı batıyor... aklından ne geçtiğini bilsen de, yığınla mazeret dizilse de, huy belli olsa da, o kişi ta kendin olsa da yanlış yaptığın gerçeğini değiştirmiyor.

Allah affetsin diyorsam, kuldan özür diliyorsam, kendime de sarılsam ya nerde... yanlışsa bile yaşamışım, yaşamımdan daha mı değerli? saçmaladığımın o kadar farkındayım ki... sinir bozucu.

Pişmanlıklarımdan dem vurduğumda etrafım bomboş... bana öyle geliyor ki yaşadığı hayattan, aldığı çoğu karardan benim kadar pişman olan yok denecek kadar az... bir tek ben miyim köpekler gibi pişman olduğu anlar için hayatı sil baştan yaşamayı dileyen, hatırladığında nefes alamadığı anılar yaşamış olan bir ben miyim!?  laf işte benimkisi de, bu yolun sonu yaklaştığı halde ite kaka zor yürütüyorum yaşamımı, sil baştan bu yorgun kafa taşır mı o sıkleti? zor.

3/04/22

"daha nen olayım istedin"

Askerdeyken 'Filiz Hiç Üzülmesin'i istemişti benden ilk hediyemdi eski'ye, yanıma da yolda okumak için 'Çocukluğumun Soğuk Geceleri'ni almıştım, "Okuduysan bende kalsın" dedi, ikisini de ardımda bıraktım hem o zaman hem ayrılırken, kim bilir şimdi hangi kütüphanede...

Kitapları çizmeye kıyamıyorum, önceden küçük belli belirsiz tarih-yer yazardım karışmasın diye ama ilk kütüphane bağışından sonra onu da yapmadım, çok severim kütüphaneleri, üzeri çizili cümleler gözüme gözüme batar, bükülmüş sayfaları açmaya çabalar yırtık sayfaları yapıştırırdım eskiden, çoğu okunmamış gibidir kitaplığımdaki kitapların kapağındaki kat dışında pek iz taşımaz, ödünç aldığım kitaplarda o kat izine bile çekinirim, tam açmam kitapları... kitapların aidiyetini sevmediğimi şimdi biliyorum ama o zamanlar "Filiz Hiç Üzülmesin"e not yazmıştım -tek kelimesini bile hatırlamıyorum- Cemal Süreyya'ya özenip 'senin' iliştirdim sonuna... 

"üçüncüyü demledim amma bereketliymiş"

"Evlenmeyi düşünmüyor musun hala?" diyorum, " ne o, ikinciye mi niyetlendin yoksa?" diyor, gülüşüyoruz çeyizlik bardaklarla gazete üstü çekirdek kabuğu biriktirme seferberliğimize başladığımız sırada... biliyorum aslında bu bardakların kutularında değil de kullanımda olması onun bekar kalacağı deklaresi... eski evimin eşyalarını kullanmam, annemle yaşamam ve tek kişilik yatağım da hemen hemen öyle...

Adana'ya dönerken ona daha yakın mevkilerde ev bulmalıydım, bu konuda pişmanım.

Hiçbir şey eskisi gibi değil -geçen onca zamana rağmen bu kadarı geliyor elimden- oysa insanlar değişiyor, zaman değişiyor, ben eski halimi bile yakalayamamışken sadece sırtını görüyorum gidenlerin...  tökezlediğim için, düştüğüm yerde yığılıp kaldığım için kimseyi suçlayamam.

Yine de yitirmek istemediklerim var, hala yakınlarımda olan, elimi uzatsam, az biraz daha hızlansam...

Şaşırtıcı bir biçimde yanımda olanlardan biri, bir zamanlar epeyce ötelediğim bir arkadaş... şaşırıyorum yakınlaşabilmemize, utansam da minnetarım, umarım yine uzaklaşmayız.

 Dün annem 10 yıllık ayrılığın ardından yeniden evlenen çiftten bahsetti laf arasında, sanırım farkında eski hakkındaki hislerimin, sadece beni görüyor ve ona dair varsayımlar kuruyor, olanlardan ona bahsetmeliydim... yanlış tahmin ediyor olabilirim ama yakın zamanda evlilik haberini alacağımı düşünüyorum, iyice tartınca son sefer ne pişman olduğunu söyledi ne de özür diledi, değişen bir şey herhangi aydınlanma yokken yaptığı atak evlilik öncesi panik muhtemelen... pervasızlığı öldürüyor beni, yine de düşünmekten kendimi alamıyorum, aynı şeylere canım dayanmaz farkındayım da hala bakasım yok başkalarına, onunla yaşlanmayı cidden istemiştim... daha iyi yaşıyorum, bunun diyetini kalbim ödüyor.


6/15/21

Yıllığımız yok ama albüm dolusu sararmış fotoğraf var

En sevdiğim arkadaşım bekar, hiç evlenmedi. Aslında orta öğretimden tanıdığım pek çok bekar arkadaş var ama onun gibisi yok, sanmıyorum. Bu aralar eviyle aşk yaşıyor, evde sigara içmiyor oluşu aşkının en büyük kanıtı... 


Sırf aşkından sebeplenmek için eve çok yakışacak hatta bakıp bakıp "bu ne güzel oldu burda" dedirtecek bir şey bakınıyorum... evin sıvaları dökülene kadar bekleyip duvara şekilli şüküllü bir şeyler mi yapsam, bilemedim. Hediyelik zevkim dipte, napim... Kitaplığına sevdiği yazardan set alsam eminim evin aşk köşesi olacağına ama çok para, aşk başka bahara artık...


Karşı apartmanda liseden bir arkadaşım varmış, muhitteki hayatım sayesinde epey kolaylaştı, minnettarım... En büyük evladı üniversiteye gidiyor, kocası emeklilik planlarında, eskiden de olgundu ama farklı bir seviyede benim için şu an... 


Bir başka arkadaş bilmem kaçıncı erkek arkadaşından ayrılmış, hovarda olmanın da ayrı bir havası var, yüreği nasıl dayanıyor anlıyorum desem yalan ama seviyorum keratayı, o  da ayrı bir rengi hayatımın, hikayelerine kıkırdayıp durmak lise günlerimi hatırlatıyor. 


En garibi, buruk bir sebepten biraz kırık dökük toparlamaya çalıştığım bir arkadaşlık... o tüm ihtişamıyla orda, hayatının en parlak günlerini yaşıyor ama tüplü  tv'de 4k izlemek gibi... anca başka vizyonlardan bakmaya çabalarsam özel hissettiriyor. 


bir japon dizisinde "tamir ettiklerin, özenin sayesinde seninle olduklarından daha özel hissettirir" gibi bir şey demişti -çeviriyi hakkıyla yapabilecek kadar ingilizcem veya japoncam yok tabi ki- denemeye ve 'tamir için özenle çabaya' değer diyorum ama pek zaman bulamıyoruz.


Herkes meşgul... yine de arkadaşlarımın sıkılınca çat kapı gidebileceğim mesafede olması başlı başına paha biçilemez.


Bu arada, evet, ingilizce altyazılı uzakdoğu dizileri seyrederek YDS'ye hazırlanıyorum -şaka tabi ki- dil tazminatı da kötü para sayılmaz, işe yarasa ne güzel olurdu. (ingilizce altyazılı uzakdoğu dizileri konusunda ciddiyim ;))

4/17/21

Kalbim kararmış

 Birine yeniden "seni seviyorum" diyemeyeceğimi bilmek kalbimi acıtıyor. Gönül işlerinden asla A+ alamayacağım, en çok alttan aldığım hayat dersi bu...


Eskiden sevmeye yeteneğim olduğunu düşünürdüm, kendimden pek hoşlanmadığım için sevilmediğimi; bir nevi sevilmeye değer görmedim kendimi...


Şimdi düşünüyorum da sevginin kendisi o kadar kamaştırmış ki gözlerimi yansımalar ve parıltılar dışında pek bir şey görmemişim, sevmenin büyüsüne kapılıp odağımı yitirmişim, ne seveni görmüş gözüm ne sevileni... Sevdiğim tüm insanları düşünüyorum, hiçbirini adamakıllı tanımamışım, 'insan nasıl tanınır' biliyor muyum, meçhul.


"Tanısa sever" lafına bel bağlayıp anlattıkça anlattım kendimi sevilme umuduna, doğru tavır değil, en azından benim için... kendiyle barışık biri için daha iş görür bir yöntem olabilir.


Öyle susup anlatmasını bekleyince de kimse dökmek istemiyor eteklerindeki taşları... nasıl tanınır ki insan? 

 

"Seni yargılamadan, yadırgamadan dinlemeye hazırım! can kulağıyla dinliyorum, hatırladığın en eski anıdan en uçuk hayallerine, rutininden deliliğine, ufacık tefecik detaylardan elindeki çiziklere kadar her detayı bilmek istiyorum" demenin anahtarı 'seni seviyorum' değil, her dudağın mührünü açan çilingir o değil... soru yağmuruna tutup kaçırtmak da son umudu bloke ediyor, tecrübeyle sabit bu.


Sözsüz iletişim kurabilmek en güzeli, var öyle bir arkadaşım -iyi ki var, iyi ki tanımışım- o aşamaya gelebilmek için de çok sözcük tüketmek, yormak ve yorulmak gerekiyor, saf iki kalp de cabası... onunla aram da açıldı şu son birkaç yılda, hayat kavgasında hangi ara ona yumruk çaktım onu bile kestiremiyorum, yavaşça düzeltmeye çalışıyorum.


Annemi de kırdım... sevmek, bağ kurmak, içtenlik, sadakat yetmiyor; dayanıklılık, güç, kudret her şey gerek... belki de umutsuz vakayım.


Pek çok şeyde yeteceği olup hiçbir şeyde iyi olmayan sıradan biriyim ve lakin insanların soluk alır gibi yapıverdiği şeyler neden bu kadar sıradışı... 


Şükür her nefesime, hala elimden geleni yapabiliyorken duracak değilim.

1/22/21

benliğimin vücut bulmuş hali

Eski defterleri açmak sadece sinir bozuyor.


Olumsuzluklara takılmadan yepyeni bir hayat yaşamak istiyorum, bebek dimağı kadar sade, basit, açık ve masum... mazinin tozundan toprağından, kinin habis havasından uzak, hafiflemiş bir ruh... kim istemez!?


Kalbimdeki yara izlerini seviyorum, şişman olsam da işitme sorunu yaşasam da bana hizmet eden bu vücuda çok ama çok müteşşekkirim, bana rağmen ben oldu, inkar ettim içten içe kötümser tabloları, iyiye gidemeyen karamsarlığımı fakat kilo olarak ona yıktığım tüm sorunları taşıdı, yeterince ilgilenmesem de ışıltısını kaybetmemek için direndi... 


Benin ne olduğunu hatırlatan refleksler, yaşadıklarımın öyle sallayıp geçilmeyecek zorluklar olduğunu fark ettirdiği için yüzümdeki çizgilere, ince ince düşünüp içlendikçe buza kesen tepelerde akça pakça uzayıp giden saçlarıma minnettarım... 


elimden gelirse şayet kilo kilo yüklerini hafifletmek beynimi tembellikten kurtarıp kalbimi sıkıp duran kelepçelerden azat etmek istiyorum, duayla ve çabayla...


Sevgili kendim iyi dayandın, lütfen biraz daha dayan, güzel günler gelecek inşallah...

10/05/15

yeni sezonda yine aşk

okumakla ve yazmakla aram oldukça kötü uzun zamandır, kendim gibi değilim, kendimde değilim adeta... ruhumun açlığı, sıskalığı bedenime doymak bilmez bir iştah ve eksiklik duygusu veriyor, sıska ellerde ruhumu güçlü duygularla yoğurduğum zamanlar asırlar önce yaşandı sanki...

aşk evlilikle bitmiyor ama dönüşüm geçirdiği muhakkak... aşk dengem ve en büyük dengesizliğimdi ya şimdilerde evin köşesinde yaşamını sürdüren ölmek bilmez salon bitkisi gibi yerini çok değiştirmez ve özellikle öldürmeye çalışmazsan veya kapı dışarı etmezsen pek ölecekmiş gibi durmuyor, günden güne büyüdüğünü de görebiliyorsun, hor davranılmadığı sürece... aşk kök saldı eve... bir başka bakış açısıyla bitkisel yaşama geçti, en azından et yiyen bitkilerden birine dönüşmedi, kimse kimsenin başının etini yemiyor sonuçta...

itiraf etmeliyim evliliğin bir büyüsü var, mutluluktan demiyorum bunları, mutluyum o ayrı, ama iyiliğine kötülüğüne, güzeline kötüsüne söz söylemek olmuyor, ya dilin bağlanıyor ya kaçıp giden her sözcük, cehennem çukuruna dönüşüyor, mistik bir hikayenin içinde gibisin hele ki çocuk tüm efsunlu hallerin en bilinmezi, sanırsın bir tür karabüyü...

gerçekötesi dizilerle fazla haşır neşirim, tamam da "aşk büyüleyici" demenin nesi tuhaf anlamadım!?...

4/28/15

Kuzu

Oğlumu oyun oynarken izlemeye bayılıyorum, bazen orada olduğumu unutuyor, neden sonra bana bakıp yanında görünce atılıyor boynuma, kucağıma oturup kendince çıkardığı seslerle oyuncağı kurcalamaya devam ediyor. Arada parmak uçlarıyla yüzüme dokunuyor, saçlarıma, kulaklarıma, normalde de güzel ama olağanüstü oluyor işte o zamanlar... Banyo yaparken köpüklerle sürekli savaş halinde, suya girmekten çok sudan çıkmak olay oluyor hep, kıyafetleriyle köpüklere dalmışlığı var defalarca...annelik güzel şey vesselam... Rabbim korusun onu tüm kötülüklerden, bizim hatalarımızdan, dünyanın kirli rütuşlarından...

2/06/13

seni seviyorum

insan kocasından neden utanır? onu sevdiğini milyon kere söyledikten, nedeniyle nasılıyla giriş gelişme sonucuyla hatta sonsuzluğuyla bile binbir şekilde ifade ettikten çok zaman sonra bile bir telefonun ucunda "yazımı okudun mu?" derken neden kızarır insan?!öğretmenlerim çekingenliğimden şikayet ederdi hep, topluluk önünde çekingenlik yaşamıyorum kesinlikle, birebirde heyecanlanmışsam oluyor bu, atamıyorum, ne zaman "seni seviyorum" desem sesim kısılıp kayboluyor, o çekingen çocuk beliriyor yine, bizimkisi sıradanlaştırdığımdan yakınıyor cümleyi, tamam da neden ben sıradan bir şey konuşurmuş gibi kalamıyorum günde kırk defa söylesem bile... anlamıyorum, benden çıkıp da ona giden farklı mı yani?

11/12/12

a aa!...

moral gücü yadsınmayacak bir olay...bugün birkaç kişiden çok iyi göründüğümü duydum, suratımdaki tüm sivilceler ve lekeler kremler marifetiyle değil de stresten uzak, mutlu bir haftasonuyla düzeldi.

gerçi gidişimden gelişimde leylalığım üzerimdeydi, telefonu anahtarı gelirken yolda yemeyi istediğim keki bile unuttutacak kadar aklım havalardaydı.

insan sevdiğinin yanında olmalı...ölümle içli dışlı bir işte çalışmak hergün bu türden cümleleri beynimde çınlatıyor, bazen ölümden bahsediyor annem, eşim, abim, arkadaşlarım, bana o sırada nasıl bir an yaşattıklarının farkında bile değiller...

ölümle yalnızlık oldukça uyumlu bir çift, hayatın imüğüne çöktüklerinde lafa söze ne hacet!...kendileriyle tanışıklığım olduğunu anlamak zor olmasa gerek, zaman zaman kabullendiğim bile söylenebilir hatta kabullendiğim bile oluyor, dün sırf 20 tl kaybettim diye "ben öleyim" dedim mesela...sonra sevda beni öptü gerdanımdan, geçti gitti.

maddi meselelerle boğuşurken derimin kalınlaştığını farketmemişim, nasırım batıyor bu aralar, ince ince sızlıyor, törpülenmeli...kendime bakmak bebek bakmak kadar zor, acaba neden?

8/17/12

ev arkadaşım

üç hafta kaldı düğüne...bugün eşyaların kalan kısmını ankara'ya götüreceğiz, ramazanın ilk günü ordaydık son gün yine orda, hayırlısı bakalım...işler güçler gözümde büyüyor, çok bir şey kalmadı esasında, peşpeşe aksilikler oldu bir ara velakin ferahlık eli kulağında benim kendime gelmemi bekliyor olmalı, evet.

gündüz içilen çay ve sütlü kahve ikinizi de çok özledim, gece kahvaltılarını da özleyeceğim biliyorum ama ramazan her zamanki gibi tadında başladı tadında bitiyor, seviyorum ben bu ayı yahu...

son iki haftadır her an uykuluyum ama ne gece ne gündüz uyuyamıyorum, bugün işyerinden bir arkadaş "evlenince geçer" dedi, dur bakalım n'olcak...

"hayatım değişecek" dediğimde gayet olağan geliyor, ne zamanki bir sürü insanın hayatını değiştireceğimi düşünüyorum, ne kadar ciddi bir sorumluluğun altına elimi koyduğumun farkına varıyorum, bir kapının eşiğindeyim, karmakarışık bir yaşama düzen, huzur ve mutluluk getirmeye namzet duruyorum o eşikte...şefkat ve neşe kaynağı olmasını istediğim hayatıma sanırım fazlaca yükleniyorum ve fakat huzur ve sukuneti her daim içimde hissediyorum, iyidir bu herhalde...

annem umarım ben gidince üstünden sorumlulukları eksilmiş, rahatlamış ve sevinmiş olur, umarım beni özlediği kadar yanında olduğumu da bilir, umarım benim kıymetimi anlar ve yanıma sıklıkla gelir, umarım umudum olan tüm insanlar varlığımla mutlu olur, yokluğumda umudunu korur.

sevgilimin kolları evim olduğunda ne şehir kalacak ne sığınacak başka bir liman...bu hissi tarif etmek için sadece duaların diline güveniyorum, Allahu alem...

3/23/12

huy canın altındadır cancağızım

alışkanlık aşktan betermiş hakikaten azizim...bir haftadır aramadık arkadaş bırakmadım neredeyse, ı ıh kesmiyor, mail, internet sefaları, ders mers, şarkı şiir, yok yok...illa ki bir şeyler eksik...akşam on-onbir gibi kaşıntılar tutmaya başlıyor, bitleniyorum, bir hafta daha yurtdışında olacak bakalım, bahar alerjisinden önce bu ayrılık sıkıntısı derime işleyip beni pul pul dökecek zannımca...nerden icap ediyor bu alışkanlıklar bilmem, maillerimi dakka başı kontrol etmek evvelce yapışıp kalan huylardan, blog yazmak dahi eskilerden kalma bir alışkanlık esasında...huysuzluğum neden veya nereden, muallak hepsi!...

8 eylülde düğünüm var, nikah bir gün sonrasında, farklı şehirlerde, başvuru işlemlerini ayrı yerlerden hallediyoruz, tek başıma başvuru yapmak iyi hoş da değişik, evlililk izni istiyorum pos bıyıklı amcalardan, pîri fâni belediyeciğimiz elini öptürüyor (bir öpücük 58 tl, ucuza gitmiyor muhterem), olay burda bitmiyor elbette, işlemleri yalnız yürütmek ayakta durabilme havaları falan veriyor, gayet fiyakalı, herkesin onu sormasına da tamam, soba borusu değil ya soracaklar muhakkak, benim anlamadığım başvuru için gittiğim her yerde "eşin" ya da "kocan" denmesi, her defasında afallatıyor beni yemin ederim, hele bi durun yahu, alışmam için azcıcık zaman verin, değil mi ama?...

12/20/11

haftasonu

ilk kez aynı çatı altındaydık, yanımdaydı, evimde, soframda, bir bakış mesafesi yerde birarada... gece boyu bir başka odada uyuyan birini düşünerek uykusuz kalmanın heyecanı başka türlü bir şey...annem ummadığım kadar anlayışlı ve uysaldı, arada kaş göz edip dudak kıpırdattıysa da korumacı kişiliğini ziyadesiyle dizginlemiş durumdaydı,onun -arada işime gelmiyor olsa da- saygısını, mesafesini, ölçüsünü koruyan tavırları hoşuma gitti, benden uzak durduğu zamanlar için biraz daha yakınlık duydum resmen...gel gelelim hasret her ayrılıkta misliyle katlanmakta...

ömür ne kadar aceleci, gözlerimin önünden son sürat geçip gidiyor, sanki daha dün onunla okul bahçesinde geyik yapıp gülüşüyorduk, o kadar yıl yaşanmadı, yollara çıkılmadı, kitaplar okunmadı, okullar bitip yenilerine başlanmadı, onca hikaye hiç hayat bulmadı sanki...ikimiz artık aynı insanlar değiliz fakat o anlar o kadar yakın ki şu an, aklımın bir yanı okulun bahçesinde, erik ağaçlarının gövdesinde...zaman oturmuş banklardan birine, titreyen kaşlarıyla gülümseyen cânım gözleri bana bırakmış...

11/29/11

tahta köprünün gıcıradayan ayağı

 mutluluk oldukça durağan...her şey durmuş gibi...sanki yüzümde gülümsemeyle beni unuttular, herhangi bir anda, bulutların üstünde...her yer birbirinin aynı sanki; çamurlu bir patika, çatlak asfalt, muntazam dizilmiş parkeler, zengin muhitler, deprem çatlağını kapı zannedebileceğin kenar semtler, hepsi bir, hepsi bulut...belki de unutmadılar beni, ben kendimi bu sırıtık suratla unuttum.

hep mutlu kalmayacağız, ki bunu istediğimden de emin değilim zaten...gözümü huzura diktim!

Allah biliyor ya, ona bir eşten fazlası olabilmeyi gerçekten çok istiyorum fakat bu konuda üstümden atamadığım bir çekingenlik var, zaman iyi mi gelir, benimsedikçe mi değişir, yoksa bu apayrı bir beceri midir, bilemedim.

neyse...

köprüye yaslanıp dikkatle suyu ve balıkları izleyen, sıçrayan damlacıklarla heyecanlanan minicik bir çocuk gibiyim şimdilik, hele bir yaşımı başıma alayım, sularda ıslanayım, bakalım, gün ola harman ola...

aklımı beş karış  yukarda unutmuş değilim ama kabak gibi ortada olduğu üzre; bu kafa salim kafa da değil, güzel kafa -farkındayım yani- hayatımı daha dikkatlice planlamam gerekiyor,  ertemeler, sallamalar, rehavet nöbetleri için çok geç...'biz'im için çabalamak desen apayrı bir keyif...herhalukarda çok çalışmam gerek çok...

şu an içimde durduğu yerde kaynayan öylesi bir enerji var ki, sanırsın avuçlarımda göz göz ırmaklar, keşfedilmemiş vadiler, uçsuz bucaksız bir gelecek hatta ebediyet var.

11/11/11

istikbal göklerdedir (ayakların yerden kesildiğinde)

mutluluğun bünyemde ağır etkileri olduğunu biliyordum, şükür ki aşırı doz mutluluktan ölenini de duymadım daha...yere bastığımı hissetmiyorum, tökezlemelerimi, düşmelerimi, düştüğümde sıyrılan yerlerdeki sızıyı da hissetmiyorum, tam olarak uyuşmuşluk ya da umarsızlık gibi değil, bir tür sarhoşluk hali, bilinçsizce sürüklendiğimi hissediyorum mutluluğun peşinde...duymak istemediklerimi es geçiyorum, görmek istemediklerime körüm, dilim de tutuluyor kendiliğinden...tüm bunlar anlatılırken kulağa geldiği kadar kötü yaşanmıyor, belki tam olarak anlatamıyorum...'üç maymunu oynadığım bir hayal sahnesi mi kurdum kendime' dediğim oluyor ve fakat mutluluk elle tutabileceğim kadar gerçek, her gece gözlerinin içine bakıyorum mutluluğun uzaktan da olsa -mutluluğun gözleri yeşil- sesini duymasam işim rast gitmiyor -ses tonunda biraz çocukluk biraz adamlık var- mutluluk biraz ketum, hamuru bozkır toprağından -ilginçtir- sert kışlarda bile avuçları sıcacık...

uçtukça uçuyorum, hayırlısı bakalım...aynadaki  sırıtık şahsı süzmek, belgeselde uçan sincapları seyretmek kadar tuhaf geliyor.

11/03/11

ömrümün şu döneminde

bütün karamsarlığımı bir kenara bıraktım ve heyecana kapılarımı ardına kadar açtım, ve fakat kaybetme kaygısının yapışkanlığından kurtulamadım, iyi  kötü sıyrıldım tabi bu sırılsıklam vaziyetten, her ne kadar tuzum kuru değilse de mutluyum.

tadilata gitmiş hayaller, uçup kaçmaya devam eden düşler ve koltukta çakılı kalmaktan karıncalanan arkam halinden memnun sayırlır, aklım hayallerim kadar hızlı işlemiyor belki ama teraziye vurunca aklımdakiler uçarı hayallerimden aşağı kalır değil, gerçekleşmeyince ikisi de beş para etmez tabi o ayrı...

 şubattaki zammın hesabını şimdiden tutuyorum belki ama alınıp verilenin tadını da çıkarıyorum keyfimce...aklımı tencere tavayla bozup nevresimlere doladığım oluyor, alışveriş sevmeyen bünyeme işkenceye de dönüşebiliyor velakin bir limon sıkacağında bile bir birliktelik havası bulmak bambaşka bir şey, aradığını bulmanın zevkineyse diyecek yok...iş aramak dışında ciddi manada aradığım pek bir şey hatırlamıyorum, mutluluğu bile amansızca aramış değilim, aramanın umutsuzca olan kısımları yer etmiş olmalı ki belleğimde, bulduklarım bana mutluluktan ziyade şaşkınlık veriyor ama bu güzel, şaşırmayı özlemişim çünkü...

sıradanlığın çılgın detayları olmasa nasıl dayanırdım rutinin basık havasına bilmem...

10/17/11

buraya yazmaya hasret kaldım.

duygusal yoğunluğumun zirve yaptığı noktalarda nasıl oluyor da yazamıyorum?...şöyle ki; ormanlarından geçilmeyen yemyeşil dağların bile başı kel! zirveden göğe falan fışkırmıyor insan, duygusal anlamda bir kısırlığın pençesine düşüyor bence, ne zaman ki eteklerinde gezinip dolaylarında bulunuyorsun o sıra karşında duran büsbüyük duygulardan çabadan falan feşmekandan bahsedebiliyorsun işte, hatta ağzın dilin durmuyor anlatacağım hevesiyle...

bugün sevmenin nasıl olduğunu soran bir yeni yetmeye "düpedüz aptallık" dedim, adam küfretse bile bakıp gülümsemek istiyorum sadece, kulağa bundan daha aptalca gelen başka bir şey olabilir mi?(acı ama gerçek)aptalca olduğu kesin velakin bütün uyuşturuculardan daha iyi kafa yapıyor, yan etkilerine kendisinden daha fazla dikkat edilmesi gerekmekle birlikte tamamen sağlıklıdır, hayat bile kurtarır, dozunda kalırsa elbette...aşk iyidir hani demem o ki kafam güzel mütemadiyen...

haftasonu yüzükleri aldık, nişana daha bir aydan fazla var ve fakat o zamana kadar bir daha görüşme ihtimalimiz pek yok, bunu son gün hengamesine karıştırmak istemedim, en azından keyfime göre oldu, üstelik kendimi duruma hazırlayıp korkularımla yüzleşmek için zaman da kaldı, dün taktım yüzüğü öylece baktım dakikalarca mesela, o küçücük yüzük gözümde büyüdükçe büyüdü ve olağan boyutlara döndüğünde benim cevaplanacak daha çok sorum, sorunlara bulacak daha fazla çözümüm oldu şükür...kışkırtıcı tereddütler ve onulmaz heveslerle doluyum.

uzak olmak ne kötü, kızıp küsmeye de sevip öpmeye de yeterince vakit yok...

8/16/11

ikircikli tomurcuk

çok hareketli bir haftasonuydu, hatta bir ara heyecandan tıkanıp kaldım, abimlerle başlayıp ankaraya uzandı, yeğenlerimle kudurganlığın hemen ardından hanım hanımcık haller eşliğinde sevdiceğimin ailesi karşısındaydım, heyecandan ölebilirdim başta, sonrasında sakinleştim o kadar ki bi ara kendi sesimden uykum geldi.

onun dizi dibinde olmak nasıl da güzel, bunu çirkinleştirebilecek hiçbir şey yok dünyada, varsa da umrum değil, yanındayken sanki başkalaşıyor dünyam... ta ki 'uzak' tüm renklerin siyah-beyaz baskısını yapıp tekdüzeliği tüm gri tonlarda çerçeveleyene kadar...belki de yakın gözlüğüne ihtiyacım vardır, bilmiyorum, şayet yaşadığım kusurla doluysa yok böylesi güzeli, onu biliyorum.

alabildiğine duygusal yoğunluğun, birlikteliğin, kalıbalığın ardından yalnızlık dağ gibi büyüyor gözümün önünde, kötücül fikirler dağa çarpıp yankılanıyor, çoğalıyor, kocaman bir kuru gürültü taşları yerinden ediyor, içimin nasıl ezildiğini tarif bile edemem.

papatya falı açar gibi geleceğimi bir olumlu bir olumsuz etkilere bırakıyorum fakat artık bocalamalara, enerji tüketecek lüzumsuzluklara vakit yok, sınavlar yaklaşıyor, bu sene inekleme senesi arkadaş, ahdim olsun sınavı alnımın akıyla verdiğim gün sıvanla ilgili müsveddeleri ortadan kaldırıp kendime bir koli gerçek kitap alacağım ve dilediğimce okuyacağım.

7/17/11

uzaklar bu kadar uzak olmasa iyiydi.

"uzuyor yıllar gibi dakikalar sen yoksan" diyor sabite tur gülerman, amma da içli söylüyor hatun, kimbilir hangi meyhanelerde kimler kafa buluyordur şimdi bu şarkıyla, ben melissa içiyorum ilk kez beni mayhoş etmek yerine uyuklatıyor bu çay, bugün her şey tersine...

evdeki her şeyi yerinden ettim, dip bucak temizledim, tek toz bırakmadım velakin içimdeki hasretin tozu pası aynen duruyor, yani püf dese muhterem ortalığa yığınla pislik kalkacak, ne diye yani; vallahi hasretten billahi de hasretten!...

var ya istanbul'da olmak vardı şimdi...şu sıcakta soğuk soğuk terlemek vardı heyecandan, yanında olmak vardı sevdiğimin -istanbul bilirsin seni de çok severim ama anla işte başka- sonra üç beş arkadaşla güzelleşmek vardı, nefes bile almadan hayal sosu bolca leziz cümleler kurmak, ballandıra ballandıra anlatmak her hissin yansımasını, var oğlu vardı işte; efil efil düşlerde gezinmek, benim için rüya olmuş bir şehirde gerçekten olmak, yamacında, kıyısında, yanıbaşında hani...

içimdeki şey -her neyse işte bu- öyle güzel ki anlatmak güç fakat anlaşılıyor bence, anlatamıyorum ve buna rağmen bir şekilde biliyor bunu insanlar, hatta bana öyle geliyor ki görenin "bu kızda bir hal var" diyesi geliyor, bak bunları anlatırken bile çehrem değişiyor üstelik...yanaklarım al al, oysa utanma faslını geçmiş olmalıydık, ay geçti sene geçti, olsun, güzel bu yanaklarımdaki yanma hissi, en az içimdeki kadar güzel...hep de böyle kalsın n'olur...

o değil de yalnızlık bana böyle tutkun olmasa iyiydi.

2/21/11

yağmur çukurlarında yüzünü görmek

dün geldi

yağmur şarkısını tutturmuş sağanak halinde yağıyordu, eh o durmazsa benim dilim durur mu, ben de tutturdum bir şarkı;"yağmuru da sevdim seni de, seni yağmurdan çok"

karşımda gördüğüm ilk âna kadar gelecekmiş havasına giremedim tam anlamıyla, o karşımda duruken bile hasret bana göz kırpıştıyordu.

her şey o kadar gerçekti ki, ziyadesiyle kendi seyrinde…o yanıbaşımdayken seyrettiğim tüm filmlerin, tüm kurmaca hikayelerin hatta başkalarının yaşamını başka başka insanlardan dinlemenin saçmalığına inandım, caydım sonra çarçabuk, aklımdan tüm bunlar geçerken nasıl bir klişeyi canlandırdımsam artık “hangi filmlerden öğretiyorsun bu lafları” dedi, afalladım, besbeter saçmaladım, zaten tüm gün mantığım dizginleri koyvermiş çimenliklerde yayılıyordu açıkçası, duygular desen dört nala...

yağmur, kalp çarpıntısı, acemice bir sevmek-sevilmek telaşı, onun kocaman adımlarında adamlık, benim aceleci adımlarımda çocukluk fakat hikayemiz yazılsa gayet feminen olurdu orası kesin.

sabah ömrümün en değerli vakitlerinde olduğumu biliyordum, konuşmak hiç olmadığı kadar zordu, hani ağzımı açsam duygularım dilimden kayıp gider de ân tadını yitiriverirmiş, dudaklarımda kelimelere duygular yükleyen mekanizmanın çarkı o anları taşımazmış gibiydi, ne bileyim işte, sustum ve hiç olmadığım kadar mutluydum.

öğleyin yağmur dindi, sıcaktı ama ikindiye kara bulutlar belirdi, “biz” vardık, yan yanaydık ve ben daha yakın ve daha uzak her ihtimal için ayrı ayrı korktum,gülümsemeye çalışsam da yüzümün renkten renge girdiğinin farkındaydım, sustum, işte o susuş pek iyi olmadı, o da sustu, duruldu.

gün batarken yorgun ve yoğun hisler hakimdi havaya, beyaz bulutlarla kaplımavi bir gökyüzü, azıcık üşüten hafif bir hava, güneşin son gayrette ılık etkileri falan filan…o değil de gözlerinde bir parıltı gördüm bir ara, çok çok güzeldi.

akşam giderayak onun diline de bir şarkı takıldı "yine akşam, dönüyor dönsün dünyam"

gelen oydu ama giden ben oldum, haliyle nasıl veda edeceğimi bilemedim akşam ayrılırken, uğurluyor olsam içime sinerdi muhtemelen.

bir tek gün, geçen bunca aya değiyor ya...bir ömrü bu adamla geçirsem, ölmek zor gelmez sanırım, “yaşadım” derim muhakkak…