ev halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ev halleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11/12/12

a aa!...

moral gücü yadsınmayacak bir olay...bugün birkaç kişiden çok iyi göründüğümü duydum, suratımdaki tüm sivilceler ve lekeler kremler marifetiyle değil de stresten uzak, mutlu bir haftasonuyla düzeldi.

gerçi gidişimden gelişimde leylalığım üzerimdeydi, telefonu anahtarı gelirken yolda yemeyi istediğim keki bile unuttutacak kadar aklım havalardaydı.

insan sevdiğinin yanında olmalı...ölümle içli dışlı bir işte çalışmak hergün bu türden cümleleri beynimde çınlatıyor, bazen ölümden bahsediyor annem, eşim, abim, arkadaşlarım, bana o sırada nasıl bir an yaşattıklarının farkında bile değiller...

ölümle yalnızlık oldukça uyumlu bir çift, hayatın imüğüne çöktüklerinde lafa söze ne hacet!...kendileriyle tanışıklığım olduğunu anlamak zor olmasa gerek, zaman zaman kabullendiğim bile söylenebilir hatta kabullendiğim bile oluyor, dün sırf 20 tl kaybettim diye "ben öleyim" dedim mesela...sonra sevda beni öptü gerdanımdan, geçti gitti.

maddi meselelerle boğuşurken derimin kalınlaştığını farketmemişim, nasırım batıyor bu aralar, ince ince sızlıyor, törpülenmeli...kendime bakmak bebek bakmak kadar zor, acaba neden?

7/31/12

güzelim gece

ne diyebilirim ki, seviliyorum galiba...yağmur yok dedim şehrin en sıcak saatlerinde yağmurlar yağdı, hem de en sevdiğım şekliyle; ılık ılık ve ışıklı...gerçi yere düşmeden buharlaştılar ama olur o kadarlık...şu an yüzümdeki ferah esinti yağmurun marifeti... ağustosta böyle bir gece serinliği görmek hem de dünki bunaltıcı basık havanın ardından, üstelik de yanar günlerin içindeyken, inanılmaz geliyor, darısı gönlümün ferahlığına olsun...


5/28/12

gelişigüzel...

her şey harika, tabi şikayet edecek onlarca şey bulabilirim yine ama -hayır- şu duruma şükretmemek akılsızlık olur ve ciddi manada nankörlük...

havalar güzel, on gün evvel yanımda sevdiğim de vardı daha bir güzeldi velakin hastaydı, feci hastaydı hem de "bunu saymayız bi daa bi daa" dedik, o vaziyette bosnalara kadar kaçtı gitti cancağızım, sağlık olsun, ne diyeyim.

çeyiz çılgınlığının son demlerindeyim, halen alışveriş yapmaktan hoşlanmıyorum ama internetten yaptığım alışverişlerde 'e artık dur yahu' denecek yere geldim, mng-ups-yurtiçi elemanları adımı görür görmez adresimi gözü kapalı bulacak kıvama geldi, o kadarını söyleyeyim!

öyle çok ev eşyası baktım ki son bir yılda, ilk başlarda aldığım şeylere bakıp 'yok artık, bu ne ya!' diyebiliyorum, ama neden bu baharatlık, bilemiyorum, ben bu porseleni  hangi açıdan görmüşüm acep bakışları falan...sonradan, o ilk gezmeler çekinmeler aklıma geliyor, utanmakla o kadar meşguldüm ki iyice bakamadım muhtemelen diyorum, sanki tüm dünya evlenmeye niyetlendiğimi öğrenmiş ve de umurlarındaymış gibi...harbiden züccaciyelerde bakınırken oğlanları kesen yeniyetme kızlar gibi kızarıp bozarıyordum, suratta da apışık bir gülümseme, şaka gibi, evleniyorum, on yıl önce anlatsalar şakanın dik alası gelirdi, garip yahu, şimdi şimdi alışabiliyorum, sonunda kışlıklarımı ve kitaplarımı topladım, sanırım gitmeye hazırım...

ev için dikiş iğnesine kadar listedekileri hallettim, hatta tencere tava konusunu azıcıcık abarttım, gel gelelim düğün için henüz bir liste bile yapmış değilim, gelinlik olaydı gerisi olduğu kadardı artık ama yok!...nedense düğün konusunda haddinden fazla rahatım, du bakalım n'olcak :)


2/28/12

hasret falan filan işte...

bu çocuğu özlüyorum (kızıldereli olanı değil burnunun kırık yerinden kestiğim şahsı)...gelemiyor, gidemiyorum...parmağıma bol gelen yüzük havalar ısındıkça dar gelmeye başlıyor, yüzük sıktıkça özlüyorum, annem onu soruyor özlüyorum, millet düğün tarihini soruyor haydaaa ben yine özlüyorum, uzaktan bir akraba evleniyor, işyerinden biri nişanlanıyor, ben habire...herneyse işte, durum vahim.

nişanlı olmak da acaiyip bir şey, mesafeli olduğum insanlara ondan bahsettiğimde ağzımdan bir sır kaçırmışım gibi suçluluk duyuyorum, sonra müthiş bir rahatlama "hıı herkes biliyordu değil mi yaaa...", her şeye rağmen aramızdaki yol uzayıp gidiyor, çok çok çok km var arada, aşılması gereken yığınla mesafe var.

o değil de bizim masamız, oturağımız, sehpamız, kitaplığımız falan var şimdi, evimiz var yahu, cidden bak evimiz var, onu artık her akşam kameradan gördüğüm koltuktan alıp evde gerçek halini halen göremediğim eşyalarımızın arasına yerleştirdim bile, hayal mekanı 180 derece değişti, konumlandırmalar hep o evin duvarları çerçevesinde...


ne kadar özlediğimden bahsetmiş miydim?

1/24/12

+1

bir ev dolusu borcum var, gece gündüz hesapta kitaptayım, sahi kitap okumayalı kaç ay oldu acaba? demir kadar sağlam fikirleri tenekeden endişelere ve onun kuru gürültülerine ne ara değiştim? yıllar hızla geçiyor, aksi gibi saatler her geçen yıl daha da uzuyor.

bir ev dolusu hayalim var, evin tavanında asılı duruyor, öyle yabancı gibi, esasında durduğu yerde duramıyor ya hayırlısı...ben mutfaktaki kilimin dokumalarının arasında bir yerdeyim, varla yok arası bir iplik hatası...yollukta kaybolmaktan çekiniyorum, yollardan uzakta köşede bucaktayım şimdilik...gözlerim yine tavandaki çatlakta, burdaki çatlaktan giriyorum hayallerimin asılı olduğu yarıktan çıkıyorum, hiçkimse farkında değil.

düşmek bilmiyorum, yerlerde katman katman bulut var, dünya gökyüzünden ibaret kalmış, güya düşüyorum sonra hop düşme faslını bitiremiyorum, göğün bir yüzünden öbür yüzüne, öylece düşüp de kalkamayayazdığımız bir boşluktur gidiyor.

güzel rüyalar, korkunç kabuslar görüyorum, hiçbirini hatırlamayacağım deliksiz bir uykuyu sürükleyici hale getiriyorlar muhtemelen, şişkin gözkapaklarımın sebebi olacak da olsalar kimin umrunda; mor halkalardan, torbalardan ve uykusuzluğun sinirbozuculuğundan kötü değil ya!

1/14/12

kışta kıyamette...

yeğenim az önce telefonda babasının başının etini yiyordu "dağlara gidelim baba, dağlara gidelim, ben evde çok sıkıldım" diye, halası kılıklı olduğunu belli etti yine, abimden yüz bulabilsem ben de ısrar edecektim fakat -kış vakti çocuklarla dağlara gitmek- kesinlikle hiç ümit yok...

nefes almaya ihtiyacım var, şöyle derin bir nefes...kaç seferdir samsun'u tanıtan yemekli gezmeli tv programlarına denk geliyoruz annemle, içim gidiyor, tabi ben gidemiyorum.

bazen google üzerinden fotoğraflara bakıp kendime gezecek yerler beğeniyorum, ben gidene çoktan yerle yeksan olacaklar büyük ihtimalle, hani hatırımda bile kalmayacak belki gidebilecek vaziyete gelince ama hayalimde kalsın istiyorum hiç olmazsa...

aynı yolları arşınlayıp durmak kafesteki fareler gibi hissettiriyor, parklar mevsimlere uyup değişiyor olmasa onlar bile çekilmez herhalde...şimdilik nefes alabildiğim yegane yerler; parklar bahçeler...

annem benim göbeğimi salon çiçeğinin dibine gömdüğünü söyler, şayet çocukluğumdan hatırladığım o kocaman şeyse bahsettiği, tropikal ormanların bodur ağaçlarından biri, belki de ormanları bu kadar sevmem göbek bağımdandır, kimbilir, tamam yahu değildir, illa bağlamak istiyorumdur belki, dağa taşa ağaca gidesim var karda kışta, ne yapabilirim?...

7/16/11

dama çıkmak da gerek

...ve bir cumartesi gününü daha müthiş bir enerji patlamasıyla patım patım patırdayarak geçirmekteyim, işin ilginci vakit geçmeyi bilmemekte, cahil şey işte n'olcak...

nedendir bilinmez sabahtır sırıtıyorum, iş güç yığılmış durumda, bir bir herbirine koşuyor olsam da yetişmem zor, elbette hiçbir şey imkansız değil, şu da var ki günler 36 saat olsa oyalanacak daha fazla şey ya da yapılacak daha fazla iş bulur yine de işlerin tamamını bitirmiş olmanın sıkıcılığını yaşamazdım, tam bir tembelmişim gibi gözüküyor ordan okuyunca biliyorum fakat kendime iş çıkarmak konusunda iyiyimdir, gerçekten.

her şey sabah beş sularında başladı ve halen soluk soluğa devam ediyor, hayır yani yalnız yaşayan bir insanın evle ilgili bunca meşgalesi olması saçma, yine de var işte, bu evde (biri çocuk) beş kişi yaşarkenki iş miktarıyla tek kişilik iş miktarı neredeyse aynı, evlerde enerji yutan kara delikler var sanırım, annemin enerji emme potansiyelini yükselten de bu olmalı!...faraziyeleri bir kenara bıraksak bile annemin enerji fazlalığımı almasına bu işleri halletmek için de biraz itelenmeye ihtiyacım olduğu bir gerçek, çünkü dikkatim ondan ona sıçrayıp duruyor ve yarım yamalak iş yapmak bana göre değil, ifrit olup evle boğuşuyorum, var mı böyle bir şey?!...esasen bu bir itiraf aynı zamanda, evet, annemi çok özledim.

ayrıca; kendime zaman ayırma zamazingoları işin acemilerine -burda bahsi geçen acemi ben oluyorum- bırakılmamalı! bu tuhaf maskeyle (rengi pembe değil yeşil) uzaylıya benziyorum ama maskesiz halimle bakımlıya benzeyemiyorum, nerde yanlış yapıyorum anlayabilmiş değilim yahu...

5/31/11

durum bu...

ne haftaydı ama!

her şey başımda dönüp duruyor şu an...mutluluk, yorgunluk, kaygı,
telaş...bir haftalık yoğunluğun etkisiyle her işi ivedilikle yapma isteği
duyuyorum.

sınavlar olmasaydı, bahar temizliğini geciktirmeseydim, yeğenlerim çıngar
çıkarmasaydı ya da o bir haftacık bekleseydi canım, diye söylene söylene
asıl heyecanı es geçtim fakat o kadar gergindim ki ayaklı trafo
hattı gibiydim, sanırım panikledim.

haftasonu geldi, ailemle tanıştı, beni ciddi bir vicdani yükten kurtarmış oldu.

akşam uğurlarken 'meğersem kahramanımmışsın' bakışı atmıştım ama 'ciğere bakan kedi' etiketi yapıştı bakışa, eh, hani çok da hatalı bir yakıştırma sayılmaz velakin hiçbir kedi hiçbir şeyi bu kadar ciğerden istememiştir o ayrı tabi :)

bu haftanın liste başı yeğenlerin senfonik gürültüsüydü o
kesin...ufaklığın metal grupları kıskandıracak acaip bağırtıları
büyüğün nerelerden kendini atacağını bilemeyişleri çıkan gürültüyü
eşsiz hale getirdi diyebilirim, ses çocukların ağzında tehlike arz
ediyor bence...

1/12/11

grrr

dün akşam alt kattakilerin küçük oğluyla kükreşerek gayet hayvanca bir iletişime girdik –fahriye ablalıktan beni bu kurtarmazsa daha da bir şey kurtarmaz- şimdilerde cılız görünen bedenimden umulmayacak derece eskiden yadigar geniş bir midesizliğe sahip olmalıyım ki tombik oğlandan fena hem de çok fena halde gür kükremelerle sarstım annemin bünyesini, “hasbunallah” çekip bir yan bakışla koca gövdesine bakmayan iki malak gibi gem vurdu ağzımıza, çayla bisküvi faslında az daha kudurduk, oğlancağız saç çekip dirsek atmak ve hatta çelme takıp çaydanlığı devirteyazmak gibi gayet insanca hoşlanma belirtileri gösteriyordu, eh tabi şair bir hatunun haklı tespitiyle “kumru değiliz biz, geyiklerin sonu da çok acıklı” kumrular gibi koklaşıp geyik yapmakla ömür geçmiyor bizatihi gerçekliğini görüyorum bunun, zaten bu aralar bi blog buldum o da aynen şöyle diyor “insan olun biraz!”

kavga edip didişmenin zevki insancıl duygularıma verdiği yıkımla göçük altında kalmasa hani teker teker gelseler baş ederim velakin hayatı “şaka gibi” yaşamayı da ciddi ciddi dikeltmeyi de her daim istemiyor paşa gönlüm, bir dikiş tuttursam gelişine göre, en tutarsız yanlarımı da birbirine ulayıp hayrıma yolluk yapıp verdim mi müthiş olurum bence, bu ara zaten kafadan attığım zarlar şeşbeş, zar tutan fikirlerimi öpsünler e mi?

(yok yok henüz sıyırmadım ;)

11/13/10

'bırak o kızı' dedim sana!



bazı erkeklerin ayaklarıma kapandığı, sürüm sürüm süründürdüğüm rivayetleri doğrudur, kabul.

ne yazık ki kullandığım yöntemler(çikolata, sakız, oyuncak, atçılık, eşekçilik vs.) sadece yeğenim olan erkeklerde işe yarıyor!

gönül isterdi ki dilediğimin burnunu sürteyim, yok işte, kıyamam kuzum benim, zaten yeğenim sözkonusuysa süründürürken bile sorumluluğu sırtımda hissediyorum, fırsatını bulur bulmaz omzuma atlıyor kerata, hadi süründürmekten vazgeçtim de tepeme çıkarmasam iyiydi.

10/24/10

temiz iş.

bahar temizliği vakti... kulağımdaki müziğe eşlik ederekten cam siliyorum, pis iş ama havalı yani gökyüzü kuşlar asma dalları filan... rutinliği tehlikesini açık etmese de uçuverecekmişsin gibi hissettiren bir bahar temizliğiyle daha huzurlarınızda ta ta ta taa...

ha ilk ha son, baharım, her dem güzelsin!

10/11/10

yaşamak akıl işi midir kuzum?

tuhaf bir haftasonu geçirdim.

cuma akşam vakti, annemin kulaklığının pili bitmiş, tv yine son ses açık, ben salondayım, son bir aydır yapmadığım kadar uzun bir telefon konuşması yapmışım ki arkadaşla keyfime diyecek yok, tam kapıyı açıp mutfaktan keyfimi tellendirecek şöyle güzel demli bir çay almak üzereyken o şarkıyı duydum, tv’de onun şarkısı vardı, ekranda bana benzettikleri kız, annem “bak ya barışmışlar bunlar yine”dedi, kız saçını attırarak yürürken şarkının sesi giderek kısıldı ya da ne bileyim benim beynim uğuldamaya başladı belki…



ertesi gün öğle vakti yalnızdım, öğle yemeği hazırladım, yalnız yemekten hoşlanmam, sırf gürültünün kalabalığı olsun diye tv açtım, dünkü dizi, aynı sahne, yine o şarkı, çığlık çığlığa, ağlamaklı…lokmamı boğazıma dizdi, yediklerim önce soluk borumu sonra ta yüreğimi sıyırdı geçti ve midemdeki derin boşluk bana mısın demedi.

pazar, kahvaltıdan sonra keyif çayı eşliğinde annemle hayli lafladık, vakit öğleye yakındı, evi toparlayıp bulaşıkları yıkamak için yekindim, müzik de dinlerim fikriyle telefonuma gittiğimde çalıyordu, açtım, arayan oydu, o dakika nasıl ölmedim de sağ kaldım hala şaşıyorum, neden ölecekmişim gibi hissettim onu da bilmiyorum, ne olacak bundan sonra hiç mi hiç bilmiyorum.

9/29/10

okeye dördüncü geldi (şey...abimlere yani)

bugün ikinci yeğenim doğdu, az evvel ilk kez sesini duydum, anlatılanlara bakarsak aynen abisine benziyormuş ama çığlıkları kesinlikle abisinden yaman, bizimkisi bebeği sahiplenmiş görünüyor "agga ben abi oldum" dedi, milletin görmez yerinde etini kıvırıverir mi bebenin orası belli değil henüz!

ikinci kez hala olmak pek de öyle heyecanlı değilmiş, hani abimlerde de pek heyecan görmüyorum, çocuk doğmuş daha adı bile yok (eski usul bir kahramanlık yapana kadar bekleyip adsız olarak çağırdıktan sonra hakettiği ismi mahkemeyle alırmış:)) umarım abim bebeğin adını yarın nüfus memurunun insafına bırakmaz.

9/19/10

ev yapımı kırmızı toz biberin askıya alınışı da hazindir esasında

kurutmalıkların zamanı ha geçti ha geçecek, cehennem gibi sıcaklar bir türlü geçmek bilmedi.

fakir mahallede oturmanın kulağa kötü gelen iyi yönlerinden biri bu biberler, evin sokağa bakan dış kapısının hemen önünden bu manzara, acıyı sevmek mahalleyi sevmek ve evini sevmek bence tam orda bir yerlerde, okuduğun alt satırlrdan birinde dikkatli bakınca... en iyilerden biri de çocuklar bence; fütursuzca oynuyor ve bağırıyor olmaları kötüymüş gibi geliyor ama yok, canlılarla dolu bir hayatta varoluşunu kavramanı sağlıyorlar, caddede alıp eve kadar sabredemeyip açtığım kornettolara dadanan bizim sokaktaki oğlan, ona yakalanmamak için arka sokakları dolanırken tanıdığım tüm çocuklar ve de kediler sizleri seviyorum ama "o dondurmayı size yar etmem, bilesiniz" demek istiyorum, hayat tuhaf işte, sokakta dondurma  yerken varoluş sorunsalına takılmak filan...

9/13/10

leylek yuvada ama yuva nerde?

kendime bu sene için yığınla meşgale ayarlamıştım, isabet olmuş.
aklımı düşüncelerimden, özellikle de duygularımdan uzakta tutmak için olağanüstü çaba harcıyorum, kâh kursa gidiyorum, kâh yürüyüşe çıkıyorum, bir bakmışsın elimde bir yolculuk bileti yahut evde listelediğim filmlerden birinin başında kırk yıllık eleştirmen edalarındayım ve her daim -gözlerim uzaklara dalsa da aklımı toparlayıp bir sayfayı okumam bazen yarım saatimi alsa da- elimde bir kitap var.

pek yakında, nasipse, hayat yolunda bir yoldaşım olacak gibi görünüyor, annemi ikna ettim, tüm masrafları o karşılayacak şimdilik, sonrasında ben yavaş yavaş ödeyeceğim, sahip olduklarına isimler takmak iyiymiş diye duydum, şimdiden isim hazırlıyorum ve de “ayaklarımı yerden kesiyorsun” demek için sabırsızlanıyorum, araba sürmeyi bir hayli özledim, şu yaştan sonra evden kaçmak abes olur velakin arabaya atlayıp kendimi hapsettiğim dört duvardan kaçabilirim, olur öyle.

işteki izin haklarımız çoğaldı ya güdümsüz bir biçimde gezip duruyorum, eski dar zamanların alışkanlığıyla izinlerde soluğu evden çok çok uzaklarda almak huy olmuş, açıkçası bu huydan vazgeçmeye hiç niyetli değilim, bir sonraki durak antalya, kazasız belasız inşallah...

9/01/10

ben yandım.

için için yanan ıssız  bir ev gibiyim, yangına kimse oralı değil, ne camı çerçeveyi yalayan alevler var ne bir ses ne bir koku sadece kapkara bir baca dumanı... duvarları is almış, zeminden tavana kor olmuş, fırın kurulmuş, o bunun farkında değil, kimse farkında değil!

8/09/10

sağlık olsun

endoskopiye girdim bugün, ağzıma sprey sıkıp mideme salladılar kamerayı, biyopsi sonucu için haftayı beklemek gerekiyormuş ama durum şimdilik kötü görünmüyor anladığım kadarıyla...
işe dönmem gerektiğini söylediğimde hemşire çalışmamamı salık verip ben illa gideceğim diye tuttturunca da "ilaç yüzünden bugün ne yaptığını hatırlamayabilirsin, hesaba kitaba karışma" dedi, işime geldi açıkçası, bugünüm eksik kalsa pek kayıp sayılmaz, işler de aksamaz ben gönüllüğü hamallığımı az yapıyorum diye, bugünün diğer pazartesilerden hiçbir farkı yok, hatırlanmaya değer bir gün değil, hoş, çalıştığım her gün bugün gibi, sanki her gün pazartesi...
midem tatlı tatlı sızlıyor, nefes alış verişime göre ordaki boşlukta bir noktaya temas ettiğimi düşünüp gıdıklanıyorum, damağını dilinle kaşımak gibi biraz, acayip ama zevkli, belki de kafayı bulduğum için bana öyle geliyordur, kimyasallardan çabuk etkileniyorum, üst üste birkaç gün melissa çayı içip şaftı kaydırdığım bile oldu, öyle de acayip bir bünyem var.
acaba -en azından bugün için- telefon beklediğim saatleri de unutacak mıyım? arayıp aptalca konuşmak kadar canımı sıkıyor saftirik pozlarda telefon beklemek.

8/02/10

ağustos klasiği; odun taşımak


annemin 'yazın odunu hem kuru hem ucuza alırsın' mantığıyla 50˚ sıcakta yaptığı iş aslında pek iş sayılmaz, alenen işkenceye tabidir ama elden ne gelir?!

geçen yaz tek başıma bir ton odunu üç kat taşıdığım düşünülürse üç kişiyle bir ton odun taşımak pek bünyemi sarsmadı bu sene, yine de bu aralar vücudumun her zamanki direncinde olduğunu söyleyemem geçen seneye göre yaklaşık on kilo zayıfım yani nerdeyse beşte birim yok şimdi, kafadan bunun verdiği bir eksiklik var, hariçten hastalıklar da baş göstermeye başladı, duygularımı habire hırpalayıp kendime hoyrat davrandıkça acısı bir yerlerden çıkıyor ve fakat nedense bünyemi zorlamaktan da geri duramıyorum, zevk veriyor nedense bu, bu ara sınırlarımı her anlamda zorluyorum zaten...

şu halde görenlerin ortak kanısı 'erkek gibi kız'... şu kan ter içindeki surata bakıyorum da az biraz daha erkek ama eli kulağında hani, bir 'merhaba'lık işi var kız gibi kırıtmaya başlamasına...