kara kaplı defter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kara kaplı defter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12/22/11

nen var kuzum, solgun görünüyorsun

bu küskün bekleyişlerin ameliyattan farkı yok...kesilip biçiliyorsun...seni hasta eden kocaman bir kitleden kurtuluyorsan çektiğin acıya değer...veya haybeden bademciklerinden olduğunu fark edersin!...bazen olmadık şeylerin sana dahil edildiği olur; yaptığın her alışveriş sana yabancılığını hatırlatır sendekilerin, yine de bir kolunu bacağını kaybetmekten iyidir tabi...bazen koldan bacaktan olduğun da olur, candan olmadığına şükür...ama bak gerçek şu ki; en ufak operasyonda bile masada kalma riski taşırsın, ürkütücü değil mi?

ölümü düğün olarak tabir edenler var, aslında evet, beyazlar içindesin, el üstünde tutuluyorsun, yalnızca bir kere tadacağın bir duygu bu, peki, sırf ölüm anını paylaşmak için öldürmeyi ister mi insan, kulağa pek insanca gelmediği kesin.

merak ediyorum dostum, ölümüne yaşamak diye bir şey var mı?

7/17/11

uzaklar bu kadar uzak olmasa iyiydi.

"uzuyor yıllar gibi dakikalar sen yoksan" diyor sabite tur gülerman, amma da içli söylüyor hatun, kimbilir hangi meyhanelerde kimler kafa buluyordur şimdi bu şarkıyla, ben melissa içiyorum ilk kez beni mayhoş etmek yerine uyuklatıyor bu çay, bugün her şey tersine...

evdeki her şeyi yerinden ettim, dip bucak temizledim, tek toz bırakmadım velakin içimdeki hasretin tozu pası aynen duruyor, yani püf dese muhterem ortalığa yığınla pislik kalkacak, ne diye yani; vallahi hasretten billahi de hasretten!...

var ya istanbul'da olmak vardı şimdi...şu sıcakta soğuk soğuk terlemek vardı heyecandan, yanında olmak vardı sevdiğimin -istanbul bilirsin seni de çok severim ama anla işte başka- sonra üç beş arkadaşla güzelleşmek vardı, nefes bile almadan hayal sosu bolca leziz cümleler kurmak, ballandıra ballandıra anlatmak her hissin yansımasını, var oğlu vardı işte; efil efil düşlerde gezinmek, benim için rüya olmuş bir şehirde gerçekten olmak, yamacında, kıyısında, yanıbaşında hani...

içimdeki şey -her neyse işte bu- öyle güzel ki anlatmak güç fakat anlaşılıyor bence, anlatamıyorum ve buna rağmen bir şekilde biliyor bunu insanlar, hatta bana öyle geliyor ki görenin "bu kızda bir hal var" diyesi geliyor, bak bunları anlatırken bile çehrem değişiyor üstelik...yanaklarım al al, oysa utanma faslını geçmiş olmalıydık, ay geçti sene geçti, olsun, güzel bu yanaklarımdaki yanma hissi, en az içimdeki kadar güzel...hep de böyle kalsın n'olur...

o değil de yalnızlık bana böyle tutkun olmasa iyiydi.

6/29/11

biz eskiden eskiden can tüketirdik haybeden...

hayallerimi baskılıyorum bir süredir ve fakat yerli yersiz sınırlamalar pek iyi sonuçlar vermeyebiliyor, malum... açıkçası hayallerden feragat etmek -hatta mümkünse göründüklerinde kaçmak- pek de iyi fikir değilmiş; böylesi oldukça kuru, yavan ve renksiz...gereklilikler doğrultusunda gerçekleştirdim düşleri, neye yaradı peki? artık mutlak gördüğüm gerçekler bile bulanık, gereklilikler gerçeklik için hiçbir anlam taşımıyor, halt ettim yani, yine...şimdi ne yapmalıyım? artık vazgeçmek bir seçenek değil, mecburum, fakat neye?!

olmadık şeylerin ayağı yer görmeyen hayalleri uçuşuyor gözümün önünde...koyversem? her şey olacağına varır, inanıyorum buna, en nihayetinde olup biteni göğüslemek dışında yapılabilecek ne var ki? hem zora gelmek iyidir ama hayali sağlam kazığa bağlamak da ne yani, ipleri kıracak düşler her daim var.

olanın bitenin farkındayım ve aklımdaki soru işaretlerine rağmen önümde net biçimde görünen bir nokta söz konusu, kararlıyım; umutlu yanımdan vazgeçmeyeceğim! geçer yol orda bir yerde ve ben dirayetsiz davranıp salıversem ne hayalbazlığımdan eser kalacak ne umuttan...ne yaptığımı biliyorum bu noktada, bu elimdeki tek tutar dal.

6/23/11

çalıda diken üzümü, bahçede gürgen

geçen yıl mayıs civarı, arkadaşın tekine içteki keşiflerimi tamamlayamadığımdan dem vurduğumu hatırlıyorum, ne safdillik ama!

yeni dünyayı keşfettim ve eski kıta en sumtraklı döneminde giden gemilerinin ardından bakıyor, amerikadaki katliama benzer bir savaşı içimdeki vahşi ama yerli huylarıma karşı yaşamaktayım, baskın gibi bir gecede olacak şey değil belki yaşadığım ama gece kadar belirsiz her şey...ve şimdi iç mücadelelerimin bilançosu gün yüzünde...

faydasız bir ağaç yıllarca en verimli yerlerimde kök saldı, umursamadım, hatta düşünce akışımdan beslenmesine göz yumdum, sıcak hayallerimin ışığında gürbüz yapraklar vermesini izledim, hani sonra kendi ellerimle baltaladığıma da yanmıyorum ama gölgesine sığınmayı özleyeceğim; ve fakat zaman yakınma zamanı değil...içimdeki onca çalıya dikene aldırmaksızın gözümü o tek ağaca dikmedim elbet, baltayı boşa sallamaya başladığımda kendimi yaralayacağımın da farkındayım çabamın has bahçeler yetiştirmeye -henüz- yetmediğinin de...çırpınıyorum, keyif verdiği de oluyor bazen bu hır gürün ama çoğunlukla angarya...

5/31/11

durum bu...

ne haftaydı ama!

her şey başımda dönüp duruyor şu an...mutluluk, yorgunluk, kaygı,
telaş...bir haftalık yoğunluğun etkisiyle her işi ivedilikle yapma isteği
duyuyorum.

sınavlar olmasaydı, bahar temizliğini geciktirmeseydim, yeğenlerim çıngar
çıkarmasaydı ya da o bir haftacık bekleseydi canım, diye söylene söylene
asıl heyecanı es geçtim fakat o kadar gergindim ki ayaklı trafo
hattı gibiydim, sanırım panikledim.

haftasonu geldi, ailemle tanıştı, beni ciddi bir vicdani yükten kurtarmış oldu.

akşam uğurlarken 'meğersem kahramanımmışsın' bakışı atmıştım ama 'ciğere bakan kedi' etiketi yapıştı bakışa, eh, hani çok da hatalı bir yakıştırma sayılmaz velakin hiçbir kedi hiçbir şeyi bu kadar ciğerden istememiştir o ayrı tabi :)

bu haftanın liste başı yeğenlerin senfonik gürültüsüydü o
kesin...ufaklığın metal grupları kıskandıracak acaip bağırtıları
büyüğün nerelerden kendini atacağını bilemeyişleri çıkan gürültüyü
eşsiz hale getirdi diyebilirim, ses çocukların ağzında tehlike arz
ediyor bence...

5/14/11

haziran'da yağmur devam eder mi dersin?

bugün sanki bir sonbahar günü, sırf yağmur yağıyor olduğundan değil, evde tek başıma oluşumdan ya da umutsuz bekleyişlerle kıvrandığımdan da değil, yumurtası bi tarafına gelmiş tavuklar gibi dersler sıkıştırdığından hiç değil, kabuslar desen ı ıh, kimi kandırıyorum ben, hiç diye saydıklarımın hepsi yalnızlık kokuyor da ondan sonbahar havası sarıyor etrafı, ölüm gibi, sararıp solmuş ölgün bir doğa gibi, ölümüm gibi…kendimi yalnızlıkla zehirliyorum, ölesim var -evet- ama katil değilim, kimsenin canına kast edecek meylim yok, kendime o kadar kızgın da değilim zaten…yanaklarım ıslanıyor ve fakat komik geliyor, her şey…

babamın soğuk yüzünü hatırlıyorum sıkça…haziran’da ölmüş bir baba, bunu unutmak bilmeyen bir kafa, garez eder gibi bangır bangır bağıran reklamlarda babalar günü mevzu, kafa da kafaymış ha, salondan mutfağa geçene kadar ne demeye orda olduğunu unutur ama zihninde çoktan ölmüş olması gereken günü hatırlamakla kalmaz dört yaşında bir gözden naklen yayınmış gibi net izler, sanırsın hd formatında kaydetmiş haspam…üstüne yakın geçmişteki anılarından kırpılıp mevlana misali dönen kliplerle ‘adamlar ve sevmek’ mevzu introdan girdiği an film kopuyor zaten, freud amca haklı bir yerde tabi, çocukluğa inmek lazım, iyi de o inişin çıkışını bulamıyorsan hak hukuk neme lazım be amcacım, yaş iş!

özlüyorum, sevdiğim adamlar konusunda gücüm anca buna yetiyor, kursağımda hep bir düğüm, yalı kazığı gibi dikilip kalıyorum, özlüyorum durduğum yerde, ne ölen mezarından çıkıp geliyor, ne de giden gittiği yerden… anca özlüyorum…her neyse…

4/19/11

esti yine

Bloga eski samimiyetimde yazamıyorum, hayatımda değişen yığınla denge var, kimi zaman dengesizleştiriyor bu beni ve biliyorum yazsam iyi gelecek ve değişsem…kafayı biraz kaldıracak olsam hemen yeni bir deveran yaralar bereler incinmeler haliyle yeni yaralara yeni kabuklar, nereye varacaksa böyle, kabuklarımdan kurtulup yenilenmeye vakit yok, zaten irin dolu dokuları iyi etmeye güç kalıyor anca...

Hayat sıkıyor, şükür ki bünyede tatlı hayallere yer var halen, sanki bir omuzla bir çift kolu düşlemek yaşamaya bahane…

Hayatının en uzun yolculuğunu ölümün ötesine gitmek için yapan ihtiyar bir kadın olsaydım veya hayallerini tüketmiş orta yaş enkazı ya da aldığı ilk nefesi son nefesinde veren bir prematüre olsaydım değişirdi kendiliğinden her şey, kendi olmakla kendiliğine sürüklenmek arasında ne fark kalır ki öyle…

4/07/11

yaranın iltihabı aksın ki zehirlemesin

ve işte yine burdayım.

cümlelerin önünde, satır satır süzülmekteyim, duygularımı lime lime edip süzgeçten geçirdiklerim arasında hazmadilmeyecek parçacıklar kalmaması için özen gösteriyorum.

kafa bin beşyüz, giderek ağırlaşıyor, başım öne eğilmesin diyorum ya boynum aksi gibi muhalefette, bükülüyor, sanırsın boyun değil incecik bir ip düştükçe uzuyan...

esasen acındırmalık bir hal yok ortada, sokak kedisi arsızlığında, kuyruğu kıstırmışım, burnumda bizzat ciğerimin kokusu, tırmıkladığım duvarlara mevla selamet versin.

ne zaman böyle çok darlansam "sabır" diyorum, sabırsızlıkla olur-olmaz yolculuğunda çıkar yol arıyorum, dilerim sonum hayrolur...benim için dua eder misin?

11/24/10

delililenme deli delilenme delilenmeli

yağmur tek tük atıştırıyor, dün yağmura methiyeler düzüyordum, bak şimdi yüzüme dokunuyor ufak ufak... çok güzel.

bir gün umarım ben olmaktan başka bir şey yapmama gerek kalmayacak, olağanın altında ya da üstünde olsam da yadırganmayacağım, bir gün kimsenin beni eksik hissettirmesine izin vermeyecek kadar tastamam kendimi bulmuş olacağım... bir gün... umarım...

yaşamak sanatsa benimkisi oldukça absurdite olmuş durumda... ruhum, gerçek ortada; ben sanatçı değilim! şayet delilik sanat olsaydı bu konudaki yeteneğimi köreltmezdim bu kadar, hâlâ bile var bende biraz, iyi mi?!

kendime konduramadığım ve fakat bizzat üstümde sürükleyip durduğum 'rahatsız edici'lik bir enerji şekli değil, aynalı bir zırh; madeninde bol miktarda soğukluğu, zehri, kindarlığı barındırıyor, içi sıra da beni sarıyor, o da güzel yani.

tek istediğim; sevdiğimi hayatımın en canlı rengine boyamışken elim böğrümde kirimle pasımla kalmayayım, hem istiyorum ki o renk değiştirdiğinde bile gözümde hep böyle güzel kalsın, hani farkındayım uzun vadede zor dilekler bunlar ama ya tutarsa!

huzursuz bir bacak gibi sallanıp duruyoruz, el-kol-ayak- karın ve bilmem daha hangi uzuvlardan mürekkep bir 'yığın'ı et olmaktan çıkarıp deli divane bir hayatı yaşamaya nasıl salınırız onu düşünüyorum şimdi, üstelik yek vücut, tek tek tek...

aklına mukayyet ol canım!

11/17/10

kurbanlık

biterse, diyorum bazen yani beni bitirirse... biliyorum, bu beni öldürmez ve fakat ölü olmaya devam ettirir "beni kalbine al ve yaşat" demeye yüzüm yok, bana canından can ver denir mi sevdiğine, bizzat canını yakacağını bile bile, kıyılır mı?

"vışşş kurban ederim" derken sakızını patlatıp pencereden pencereye destan yazan mahalleliden biri olup çıksam misal, sevdiceğimi de kamyon çamurluklarındaki lafazanlıkları kapmış bir yandan çarklıya çevirsem, mutlu olabilir miydim? senaryo çingene pembesi mi olurdu, yavru ağzı mı, patlıcan moru mu kestiremiyorum velakin renkli olacağı kesin,tabi verdiği mutluluk yalnızca kafada yazınca duyduğun ironik etki, o kadar!

ah be sevdiğim, canım, senin için ölebilirim ama önce yaşamam için yardım etmelisin.

sevmek bu kadar zor olmasa iyiydi ama sanırım tadı da çıkmazdı başka türlü, şikayet ederken hatta ağlarken bile gözlerimde bir parlaklık mimiklerimde bir yaşam ibaresi oluyor ya, yüreğimin yandığına değiyor.

konular değişmiyor, kaygılar değişmiyor, mekanlar ya da statüler değişmiyor, oysa ben gün be gün değişiyoum tüm hislerimle ve fikirlerimle... hani bir de üstümden şu ölü toprağını silkeleyebilsem, aldığım nefesi bir duyurabilsem, ah...

canımızı bildik bileli 'Allahısmarladık', fikirler desen allak bullak, hisler çar çur edilmiş durumda, hevesler zaten şeytanın elinde oyuncak, kurban olurum demek nedir ki gözüm, ne kadar, nereye kadar!?

11/12/10

iyi bilirdik.

ben bir gün öldüm, inanılmaz güzel bir günün sabahıydı, öldüğüme bir tek
kişi bile inanmadı ama öldüm ben, hem de ne biçim ölmek! dirilip dirilip
hortlayan türden... üstelik şu son günlerde moda olan zombi trendlerindeki
morlu kızıllı garabetler gibi de değildim, kanım çekiliyordu, adına da
"kansızlık" deniyordu, takatim kesiliyordu ona da bir hastalık kılıfı
uyduruluyordu işte...

bahaneleri geçelim, asıl mesele ölmekti, ölen öldüğüyle kalır ama ben
kalmıyordum, her zamankinden daha uzun yürüyordum, daha uzun cümleleri çok
daha boş içerikle dolduruyordum ki geveleyip durduğum ölmüşlük kokusu
ağzımdan dışarıya taşmasın, her zamankinden az uyuyup mütemadiyen
yazıyordum, ölü psikolojisi işte, yaşanmışlığa dair geride bir iz bırakmış
olmayı umuyorsun ama ölmüşsün en nihayetinde ölü gibi yazıyordum.

kaptırmış yazıyorken tıkırtılar arasına sıkışmış bir kalp çarpıntısına rast
geldim, yaşadığımı sandım bir an, meğer can çekişmekmiş, ardı gelmedi, bir
kez daha öldüm o çarpıntının etkisine kapılınca, alışırım sandım yaşarmış
gibi yaptım "-mış gibi yapmak" hiç de akıllıca bir fikir değilmiş sandığımla
yaşadığım yüz yüze geldiği sıralar yerin dibine geçtim, ölü bedenim birkaç
kat toprağın altında kaldı, mor yüzlü bir ölüden fazlasıydım artık; kurtlu
ve kokuşmuş...

yeniden doğduğumda çocukluğunu katletmiş asi bir ergendim ve olgunlaşmaya
dirençli bir hamurum olduğu da enikonu belliydi, Allah ölüp dirilmekle
uslanmayan benliğime uykusuzluğun ve ölümsüz bir acının iyi gelebileceğini
takdir etmiş olacak ki şimdilerde elimdeki zehri gün aşırı yüksek dozda
alıyorum fakat ne ölümüm ölmek gibi ne de dirimim doğmaya eş...


 güya mutluyum -hayır- mutluluğu bir başkasının yaşam ünitesine bağladım,
mutluysa mutluyum, o benimle ara sıra mutlu mütemadiyen umutsuz, haliyle ben
çoğunlukla ölgün bakışlıyım, umuda kapıldıkça mezarımı eşeliyorum.

10/22/10

geceye kör, delişmen uçuşlar...şunlar yarasa mı kırlangıç mı acep?

aklımı planlarla aşkla meşkle halihazırdaki meşguliyetlerle doldursam da gerçeklerle yüzleşmem lazım; yalnızlık fırsat buldukça düşüncelerimi ele geçiriyor.

benimle ilgilenen bir adam var artık, her daim konuşup dertleşebileceğim güzelim dostlarım var, yine de kendimle karşı karşıya kalıyorum her gün muhtelif vakitlerde... habire sevgi sözcükleri türetip duygulardan bahsetmeyi, etrafımı kelimelerle çepeçevre sarmayı istiyorum, lafla şişirilmiş hava yastığı gibi benliğimdeki çarpıklıkları en az hasarla atlatmaya çalışıyorum.

çok tedirginim, hatta öyle zamanlar geliyor ki sevdiğimin bana verebileceği zarar, yıkıntı hissi, itileceğim hiçlik ürkütüyor, belki dilimin dolaşması her mühim meselede, bunca laf dolamalarım, bunca karışmam bu yüzdendir herhalde, ödlekliğimden yani… karamsarlık iplerimi dolamış eline çekiştiriyor, öyle.

kalbim bir kırlangıç gibi hep aynı mevsimi arıyor, her bahar yeni bir yerde sağlamlığına özen gösterilmiş bir yuva, göç zamanı kimbilir ne zaman, belki başka bahara?!... kuş kadar aklım yok.

yanlış yollara sapmamam lazım, bünyem bir hatayı daha kaldırmaz, duaya ihtiyacım var.

10/11/10

yaşamak akıl işi midir kuzum?

tuhaf bir haftasonu geçirdim.

cuma akşam vakti, annemin kulaklığının pili bitmiş, tv yine son ses açık, ben salondayım, son bir aydır yapmadığım kadar uzun bir telefon konuşması yapmışım ki arkadaşla keyfime diyecek yok, tam kapıyı açıp mutfaktan keyfimi tellendirecek şöyle güzel demli bir çay almak üzereyken o şarkıyı duydum, tv’de onun şarkısı vardı, ekranda bana benzettikleri kız, annem “bak ya barışmışlar bunlar yine”dedi, kız saçını attırarak yürürken şarkının sesi giderek kısıldı ya da ne bileyim benim beynim uğuldamaya başladı belki…



ertesi gün öğle vakti yalnızdım, öğle yemeği hazırladım, yalnız yemekten hoşlanmam, sırf gürültünün kalabalığı olsun diye tv açtım, dünkü dizi, aynı sahne, yine o şarkı, çığlık çığlığa, ağlamaklı…lokmamı boğazıma dizdi, yediklerim önce soluk borumu sonra ta yüreğimi sıyırdı geçti ve midemdeki derin boşluk bana mısın demedi.

pazar, kahvaltıdan sonra keyif çayı eşliğinde annemle hayli lafladık, vakit öğleye yakındı, evi toparlayıp bulaşıkları yıkamak için yekindim, müzik de dinlerim fikriyle telefonuma gittiğimde çalıyordu, açtım, arayan oydu, o dakika nasıl ölmedim de sağ kaldım hala şaşıyorum, neden ölecekmişim gibi hissettim onu da bilmiyorum, ne olacak bundan sonra hiç mi hiç bilmiyorum.

9/11/10

nadas zamanı


kin tohumu atıp gönlümü tarumar etmek yerine süresiz nadasa bırakıp kuruyup çatlamaya terkedeceğim onu, kışın ayazında çıplak kalacak ki bereketi kaçan yerler taşa kessin, taşlar yıkılan sınırlara duvar olsun ki her önüne gelen hana girer gibi dalmasın... ağustosta yalınkat sıcağın alnında olmaya alıştıracağım, renkten yeşillenmekten mahrum kalacak, özleyecek; yaşamı bağrında taşımayı, canlılığı, hareketliliği...

kendim ve başkaları için diktiğim tüm güven ağaçlarını kökünden söktüm hatta komşunun masumca uzanmış dallarını bile kırdım ince yerinden, nadas için kapıya kilit vuruyorum, bomboş yere kilit saçma fakat bir canlının ayak izine bile hasret gitmek de lazım bazen...

8/31/10

ayak diremeli elyazması

"milena'ya mektuplar" bitti.

kitabı tamamen mektup hasretiyle okudum ve dilimde istemekten tüy bitse de henüz herhangi bir postacıyla muhatap olmuş değilim, hayır, yani adam beni postacıdan da kıskanıyor olamaz! zamanında kapıyı iki kere çalanlarının namı almış yürümüş ya, zarf atıp hatunu ellere yar etmekten korkuyordur, diyeceğim velakin kendimi bir şey sanmaktan öte bir fikir yürütme usulü olmayacak hani... fikirde usulsüzlük var; çok yanlış hareketler bunlar

mektup bekliyorum, telefon bekliyorum, görüşmeyi bekliyorum; 'beklentilerimi yükselttim' sayılıyor mu bu?! neyseki zamanında çok belediye otobüsü bekledim, sabırlıyım, durakta direk kontenjanına atanmaya namzet, yılların birikimi var, ola ki taşar falan ne olur onu bilemem bak...

sevmenin bende bir rutini mevcut, minik bir kız çocuğu şımarıklığında ve ısrarcılığındayım yine, başetmek zor, zarar vermek kolay...

milena'nın k. bazen öyle şeyler yazmış ki tutup elinden öpmek istedim "sen benim için bir kadın değil, bir kız çocuğusun, senden daha safını görmedim, sana elimi uzatmaya cesaret edemem küçük kız; bu kirli, titrek, pençeyi andıran, dengesiz, kararsız, soğuk soğuk terleyen eli..." duyduğumda bana ters gelen bir ilişkiydi fakat müthiş saygı uyandırdı, laçkalaşmadan ve böylesine derin... ah... iç geçirmemek elde değil.


halen mektup bekliyorum, kafkaesk olması gerekmez, tek kelimeyle "senin" dese bile yeter, takınca da takıyorum yahu...

saat onu geçti, telefon çalmaz artık sabahı da bekliyorum.