kır dümeni kaptan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kır dümeni kaptan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3/09/12

of

Yunus peygamberin duasındaki gibi "ben zalimlerden oldum" diyorum; aceleci, fevri ve körüm...

9/16/11

incir çekirdeğinden meselelere karınca istilası

değişmek için bir fırsat daha!

duygularım düşüncelerim karınca sürüsü gibi beynimi talan ederken durup öylece bakacak değilim, bu sürecin benden ufak ufak alıp götürdükleri neyse de bu karmaşa, üçer beşer katlettiğim duyguların verdiği canilik hissi, başa çıkamamanın yokediciliği, oldukça rahatsız edici olan...

 beynime zehirli fikirler saçarak kurtulmaya çalışmayacağım bu durumdan, sadece kapılarımı kapatacağım karmaşanın yuvasına, tıkayacağım damar damar oydukları yolları, kaçışacakları keskin kokular kesin tavırlar koyacağım -işte dik bir duruşun tam zamanı- hiçbir şeyin beynimi kemirip içini boşaltmasına izin vermeyeceğim, hayatı "oluru" deyip çürümeye terketmeyeceğim.

 beynimdeki karıncalanmadan kurtulduğumda görüntü netleşecek ve ben  bir ağustos böceği kadar neşeli olacağım, avuçlarımda köpürüp duran öfkelerden balonlar yapıp havada kalışlarını zevkle seyredeceğim, hayat bana gü

9/08/11

sadelik iyidir, boşluk değil.

hayatımı basitleştirmenin karışıklığa neden olduğuna dolayısıyla hayatı fazla kurcalamamak gerektiğine karar verdim, oldukça ironik oldu ama durum bu!

9/03/11

dur ve derin bir nefes al

bütün sinir uçlarımı oklara takıp germişler sanki...sanırım yay için de ses tellerimi kullanmışlar, kendi sesimi tanıyamıyorum, tiz, keskin ve kısa cümlelerle dolu...hay aksi...belki de yay boğazımdır, soluk borumda tuhaflık var, nefes almak giderek daha da zorlaşıyor, sadakta ok gibi beklerken o bir nefeslik vakte ihtiyacım var, eh ne de olsa odak uzaklığı fazla, ok yerini bulacakmış gibi değil pek...

şakinleşmeliyim ve saçmalamayı kesmeliyim.

8/16/11

ikircikli tomurcuk

çok hareketli bir haftasonuydu, hatta bir ara heyecandan tıkanıp kaldım, abimlerle başlayıp ankaraya uzandı, yeğenlerimle kudurganlığın hemen ardından hanım hanımcık haller eşliğinde sevdiceğimin ailesi karşısındaydım, heyecandan ölebilirdim başta, sonrasında sakinleştim o kadar ki bi ara kendi sesimden uykum geldi.

onun dizi dibinde olmak nasıl da güzel, bunu çirkinleştirebilecek hiçbir şey yok dünyada, varsa da umrum değil, yanındayken sanki başkalaşıyor dünyam... ta ki 'uzak' tüm renklerin siyah-beyaz baskısını yapıp tekdüzeliği tüm gri tonlarda çerçeveleyene kadar...belki de yakın gözlüğüne ihtiyacım vardır, bilmiyorum, şayet yaşadığım kusurla doluysa yok böylesi güzeli, onu biliyorum.

alabildiğine duygusal yoğunluğun, birlikteliğin, kalıbalığın ardından yalnızlık dağ gibi büyüyor gözümün önünde, kötücül fikirler dağa çarpıp yankılanıyor, çoğalıyor, kocaman bir kuru gürültü taşları yerinden ediyor, içimin nasıl ezildiğini tarif bile edemem.

papatya falı açar gibi geleceğimi bir olumlu bir olumsuz etkilere bırakıyorum fakat artık bocalamalara, enerji tüketecek lüzumsuzluklara vakit yok, sınavlar yaklaşıyor, bu sene inekleme senesi arkadaş, ahdim olsun sınavı alnımın akıyla verdiğim gün sıvanla ilgili müsveddeleri ortadan kaldırıp kendime bir koli gerçek kitap alacağım ve dilediğimce okuyacağım.

8/10/11

'mavi duvar' iyiydi yahu, bizim evin duvarları da mavi

"aşk sırça bir köşktü, viran oldu ve geriye yalnızca kırık uçları sivrilip keskinleşmiş camlar kaldı, üzerinden şöyle bir geçildiğinde bile batan, acıtan, kanatan..." diye zırvalıyorum içten içe ve fakat aynı dakikalarda annemin camdan yapılmış bardak çanak türevine 'cıncık' dediği aklıma geliyor, kendimi tutamadan ufak bir kahkaha kaçırıyorum ağzımdan, hani şu homurtuya benzeyenlerden, ağlarken çıkardığım mırıltılardan iyidir kesin!

derin bir huzur kaplıyor etrafı, kocaman gülümsüyorum, eskisi kadar şiş yanaklarım olmasa da gülüş eh işte idare eder, en azından huzurluyum, huzurumun başımın üstünde yeri var, kızarmış yanaklarımın bile üzerinde...öyle ya huzuru başüstüne alıp ise pasa çamura bata çıka yaşıyorum hayatı, başkasının hayatını yaşıyormuşum hissinden üç beş adım ötedeyim çok şükür amma elalemin elinden çıkma tahta bacakların üstündeymişim gibi de yabancıyım gidişe, adımlar benim, gel gelelim bunlar ne ayak akka, hı, ne ayak?!

doğruyla yanlış arasında volta atıyorum, leş gibi bir hapishanenin pis duvarları gibi birbirlerine benziyorlar her geçen gün biraz daha...tuttuğu yosuna kadar tanıyorum duvarları ama artık ne farkeder, özgürlük esaretin en acımasız zindanı olmuş bir kere, doğruya da yanlışa da işemişler boş buldukları yerde mendebur herifler, kimin kimsenin yaralı parmağı olduğundan değil ya laf olsun işte...

tüh ki suçlanacak şeytanları da bağlıyorlarmış ramazanda, kendime kıyamadıksıra sokardım parmağımı şeytanın kör gözüne, fena mı!...

7/12/11

yazının alnıyla dağın sırtı bir olur mu hiç?

buraya yazmayı seviyorum, kendin olmanın mühim hissettirdiği nadide bir köşe bu, kelimeleri almışın dizginine kendine ait koskocaman bir dünyada at koşturuyorsun, hay bin yaşayasın, keyiflendim bak, klavyemi seveyim!


her köşede kadınları buldukları sıkıştırıp "kendinizi şımartın" diyen çok bilmiş dergi yazıları var ya, onlar bile yazarkenki şımarıklığımı görse hanımefendiliğe soyunabilirdi, soyunmak dedim de giydiğim hiçbir şey yakışmıyor bu aralar, hayır, soyunup gezecek değilim ama keşke hiç alışverişe çıkmadan yakışanı üstünde bulmak mümkün olsaydı -hı hı, alışverişten yakınan hatun kişi hem de huyu suyu gayet feminen- bir yazlık elbise bakmak bir ton odunu üç kat yukarıya taşımaktan daha zor gelebilir mi insana?! oluyor işte....


bir süredir güne hep gülümseyerek başlıyorum, ne olursa olsun moralimi bozmamaya, bozulsa bile çarçabuk toparlamaya çalışıyorum, hani bu çalışmakla olcak şey değil ya içimden böylesi geliyor diyeyim, ben de emin değilim ne olduğundan, verdiğim her nefeste umut var, gülümsemek çok güzel...gerçeklerin katı ve sevimsiz suretine bakmaktan aynalaya bakmayı unutmuşum, o düz fakat net biçimde kim olduğunu hatırlatan görüntüye ihtiyacı oluyor insanın bazen; ne halde olduğunu bilmek için, bir başkasının gözünde ne olduğunu, ne olabileceğini...


içimden deli bir bahar geçti, şimdilerde içim yaz kadar sıcak, belki adananın yazı kadar yapışkan olabilir, yani birazcık :P




*yazı: (yöre ağzıyla) ova, düz arazi, yeryüzü

7/03/11

bir bir gidiyorlar.

bugün en yakın arkadaşlarımdan biri evlendi.

kız kıza dans edenler, oryantallere özenip dağıtsa da karizmayı bir daha toparlayabileceği meçhul ergenler, kös kös oturan teyzeler, ağlayan, kusan, pistte fır dönen, yerden cips yiyen, masaüstünde uyuyakalan çocuklar, çocuğuna göz ucuyla bakıp halaya devam eden analar, zeybek sırası gözleyen babalar, davullar, zurnalar, kendini piyanist şantör sanan salon çalgıcıları ve niceleri, tekmili birden düğündeydi, olağan hallerdeydik, keyfimiz yerindeydi, sonrası her zamanki hikaye işte; gelin hem ağladı hem gitti.

arkadaşı için seviniyorum; yıllardır bu birliktelik için çaba harcıyorlar ve tahminen vasatın altında bir çift olmayacaklar... onu mutlu görmek güzel ama dikkat ettim şaşkındı, sanırım kendini bu işin olmayabileceğine o kadar hazırlamıştı ki pek tadını çıkaramadı.

çiftin teki zaten yetim, diğeri öksüz sayılır, çalgıcı efendi desen arada öyle şarkılar sıraladı ki salonun atmosferi giderek koyuldu ve tabi düğünün sonunda gelin bildiğin içli içli ağladı, eh haliyle ne hevesli halleri ne cânım gülümseyişleri kaldı akılda... mutlu olmak bu kadar zor mu olmalı? biz miyiz yoksa bunu çetrefilli hale getiren? oysa üzüntüler gayet doğal sebeplerden, mutluluk da bir o kadar doğal, teraziyi şaşırtan bizim dengelerimiz mi acep?

zaten düğünde fena halde içim sızladı, ben daha o dakkaya kadar durumu kavrayamamışım; en yakın arkadaşlarımdan biri elalemin adamının peşine takılıp başka bir şehre gitti, uzağa! istediğimde yanına gitmeyi bırak arayamam bile artık, gecenin bir yarısı saatlerce konuşup gülüşmek veya kafa ütülemek başkasının tekelinde, evli bir kadını o saatte rahatsız edemezsin, elbette yeni evli hatuna "sıkıldım cancağızım, haftasonu sizdeyim" diyemezsin... şu an onu arayıp laflamak için tutuşuyorum, evet, daha ilk gününde...bencilce farkındayım, ben gitsem ardımda böyle hisseden insanlar kalacak fakat bu beni gitmekten alıkoymayacak, bunu da biliyorum ama keşke işte keşke...

6/14/11

ışıkları geçmeden kaptan!

bugün belediye otobüsünde iş arkadaşlarımdan birinin bir torba dolusu salyangoz taşıdığını farkettim, sırf gıcığına yanına gidip kıvrandırabilirdim hatunu, daha birkaç gün evvel bana sıkı bir ayar çekmişti onun kuyruk acısı da vardı ama uğraşamam, bünyem kaldırmıyor öylesi şeylere enerji harcamayı, melek olduğumdan falan değil yani üzerimde geçgin bir kadının ruhunu sürüklediğimden...

kadını görmezden geldiğim halde onda bir saklanma köşedeki demire torbayı siper etme çabası gördüm, bakınca göz göze geldik tabi, selam vermemek imkansızdı, gittim yanına, laf sokma mevzunu az evvel kafadan katlayıp rafa koyduğum için ciddi ciddi söylediklerini dinlemeye başladım, resmen saçmalıyordu, gevrek gülüşümü ve sivri burnumun bükülüşünü göremezdi çünkü cidden duruşumun ciddiyetine odaklanmıştım, şimdi bile durum komik geldiği halde gülemiyorum, kadının tüm o mimikleri ve mimiklerinde gezindiğini hayal ettiğim  salyangozlar fikrimi gıdıklayamıyor ama komikti hakikaten.

özellikle sağlık köşesinden dönüp çocukluğa  indiğimiz sapakta bahsi geçen sülük anıları iç çekmeli kahkahalarım için birebirdi yahu...tarifsiz anlardan biri olarak kaldı bu da böyle, oysa beni ne çok neşelendirecekti inceden...hapşırmak isteyip de burnunda o kaşıntılı hisle kalmak gibi bir şey oldu, ne yazık!

6/02/11

geceden sabaha...

bugün gecenin simsiyah kumaşında gözalıcı bir parlaklık var, ellerim avuçlarım karamsarlıkla dolu ama onları kenetlemiyorum kollarımda, aksine iyice açıyorum avuçlarımı, gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, dua ediyorum, sanki kalbimin gizli bölmeleri var da gözlerden ırak kalmalı kendi gözlerimden bile yani o kadar, nerden kapılmışsam işte böyle bir izlenime, aslında gün görmemiş duygularım olması fikri hoş...

her neyse

elimden gelen sadece dua etmek...

yangın kalbimi kuşattı...alev harlıysa üstüne su dökmek kudurtur yangını iyiden, o misal kelimeler dilimden aktıkça gözümden top top yangın fışkırıyor, lav gibi yanaklarımı kavurup aktığı yerde taşlaşıp kalıyor sanıyorum, oysa bir zerrecik tuz katılaşan, çıplak gözle görülmesi dahi neredeyse imkansız...mutluyum, ağlamak halen benden yana ümit var demek, kaygılarım ve çaresizliğim beni tüketmiyor aksine çoğaltıyor demek, çağlamak ve akmak birikmişliğin sağlam setlerini yıkmamak için gerek arada sırada...

geçmiş kandiller çok farklı duygu yoğunluğunda geçerdi, böyle bir gecede ağlamak benim için nimet değildi en azından, şimdiyi yadsımıyorum ama hatırladığım bir başkasının hayatıymış gibi geliyor bazen...nehrin yatağı değişti, şimdi her zamankinden güçlü akmalı...

5/14/11

haziran'da yağmur devam eder mi dersin?

bugün sanki bir sonbahar günü, sırf yağmur yağıyor olduğundan değil, evde tek başıma oluşumdan ya da umutsuz bekleyişlerle kıvrandığımdan da değil, yumurtası bi tarafına gelmiş tavuklar gibi dersler sıkıştırdığından hiç değil, kabuslar desen ı ıh, kimi kandırıyorum ben, hiç diye saydıklarımın hepsi yalnızlık kokuyor da ondan sonbahar havası sarıyor etrafı, ölüm gibi, sararıp solmuş ölgün bir doğa gibi, ölümüm gibi…kendimi yalnızlıkla zehirliyorum, ölesim var -evet- ama katil değilim, kimsenin canına kast edecek meylim yok, kendime o kadar kızgın da değilim zaten…yanaklarım ıslanıyor ve fakat komik geliyor, her şey…

babamın soğuk yüzünü hatırlıyorum sıkça…haziran’da ölmüş bir baba, bunu unutmak bilmeyen bir kafa, garez eder gibi bangır bangır bağıran reklamlarda babalar günü mevzu, kafa da kafaymış ha, salondan mutfağa geçene kadar ne demeye orda olduğunu unutur ama zihninde çoktan ölmüş olması gereken günü hatırlamakla kalmaz dört yaşında bir gözden naklen yayınmış gibi net izler, sanırsın hd formatında kaydetmiş haspam…üstüne yakın geçmişteki anılarından kırpılıp mevlana misali dönen kliplerle ‘adamlar ve sevmek’ mevzu introdan girdiği an film kopuyor zaten, freud amca haklı bir yerde tabi, çocukluğa inmek lazım, iyi de o inişin çıkışını bulamıyorsan hak hukuk neme lazım be amcacım, yaş iş!

özlüyorum, sevdiğim adamlar konusunda gücüm anca buna yetiyor, kursağımda hep bir düğüm, yalı kazığı gibi dikilip kalıyorum, özlüyorum durduğum yerde, ne ölen mezarından çıkıp geliyor, ne de giden gittiği yerden… anca özlüyorum…her neyse…

4/06/11

bahar çarpıntısı...

haftaiçi kusana kadar ders çalışıp haftasonu pencereleri yalanacak kıvama getirmek zorundayım hatta zorunluluklardan zaafiyet geçiren bünyeme yepyeni sorumluluklar yüklenmeliyim mütemadiyen, yetmedi mi, geçmişi deşeler elbet alt üst olmanın bir yolunu bulurum.

sonra biraz yürürüm, çikolatalı dondurma yerim, belki üç beş çocuğun oyununa göz ucuyla dalar kendimi avuturum.

eh, hakkını vermek lazım; baharın çarptığı yerde gül açar, dikenleri desen boyum kadar!

3/23/11

simidimin dökülen susamları

Allah'ın her günü simit yiyorum, sabah-öğlen-akşam değişir ama günlük
yarım simit tüketimi şaşmaz şekilde günün özetinde yer alır, annem her
gün aldığı aynı cevaptan bıkmayıp ne yediğimi soruyor, sonra da
gözlerip kısıp "ölsün o simitçi adam e mi" diyor, şükür ki simitçi
kadın, yoksa çoktan nalları dikmişti o kadar içli bedduanın
ardından...


simit sonrası susamları tane tane mideye indirmek ayrı bir zevk benim
için, hele ki havalar ısınmış park iyiden yeşillenmiş ya öğle arası
soluk almak ve insan harici canlılarla muhabbet kurmak için birebir
bahanem oluyor, bıkmam herhalde her gün simit yesem ki bıkmıyorum da
zaten, acep gevrek mi yesem sütlü mü?

3/09/11

hey sen, aynadaki, sen hangi toprağın çamurusun?

Adana'nın çapulcu şehriymiş gibi görülmesinden nefret ediyorum, tamam, şehir aç açıkta insanlarla dolu ama bu şehir iklimiyle coğrafyasıyla kucaklıyor onları, bu toprağa laf edilmesi o kadar dokunuyor ki böylesi zamanlarda...ne yani, yoksunluk çekene bereketinden sunduysa, geceleri üstünde çatısı olmayana ılıman bir iklimle sarılmışsa, toprağını yiyip de doymayanın midesine oturmasın diye hasımsızlık giderici suları varsa, çok kardeşli ırmaklarında heyecanı çağlıyorsa suçu ne bu toprakların!?

yakıcı sıcağını insanının kaynayan kanına karıştırırken dozajı mı ayarlayamadı şehir, bu mudur yani bilmiyorum ki!

evet, görüyorum çarpık çurpuk binaları, insanlarının pervasızlığını, sövgüyü diline sakız etmişlerin pek de kulağa hoş gelmediğini inkar etmiyorum, düzelmek bilmeyen yolları, şehrin ortasına bomba düşmüş gibi viranlığına sebep çok başlılığı yok yok başsızlığı görüyorum, kör değilim ya, yine de bu şehre bunca yazık edenlere can sıkıyorum işte "bu şehir adam olmaz, burdan adam da çıkmaz" diyene diş biliyorum, elimde değil

güneşin çocuklarıyız biz, kavruk tenlerinin herbiri ayrı tonda insanlarız, alabildiğine renkli, alabildiğine inançlı üstelik neye kime olduğunun önemi yok, dilleri dinlerinden fazla, dinleri bile yanık buğday renginde nadir görülen çiçek kokularında...birbirini sevmiş insanlarız, farklılığı sevmiş insanlarız en mühimi...neden şehrimi tekdüzelikten uzakta görenler çatışmaları son noktaya değin tuttuğumuzu göremiyorlar ki, adliyenin soğukluğunun acının sıcağıyla çınladığını aslında...

bedenlerimizdeki güneş karasını görenler yanıbaşımıza yaydığımız insancıl sıcaklığa nasıl kayıtsız kalır, şehirde eksik olmayan kavga gürültüyü duyan kulaklar öfkenin külü savrulurken duyulan acılara nasıl sağır kalabilir?

şehrin izbeleri bile üşütmüyor öldüresiye, insan kendi canına acımayıp tüketiyor da şehir de bir merhamet havası, tuhaf...bence sokaklarda gece vakti dolaşan uyuşmuş kafaların çektiği tinerden öte; çatısız yalnızlıkların amansız kaçışında yönünü kaybettiren baş dönmesi bu, beynine oksijen gitmeyen başların boşluğu dumanlandırması!

kaçaklar şehri burası, kaçak çaya rağbet belki bundan... peki, harareti alan çay kaçmış gelmiş, neden? aşk denmiş misal, başlık parasını denkleştirememiş almış sevdiceğini kaçmış gelmiş, kimisi kandan kaçmış kimi açlıktan kimi kimbilir hangi sebepten kaçmış gelmiş, düzen kurmaya yahut düzeninden kopmaya olmadı okumaya niyetlenmiş sığınmış şehre, demem o ki şehirdeki kaçıklara kaçaklara takılacağı yerde şehrin merhametiyle kuşattığı bu düzensiz düzene göz atsalar ya...

yerlisi yersizi gelmişi geçmişi akça pakçadır demiyorum ama bunca karalamaya lüzum yok, dahası 'insan' denen mahlukun fütursuzluğunda bu cânım toprağın hiç de suçu yok yahu!...

2/01/11

maksat muhabbet olsun

kelimelerle aramız limoni bu aralar... ben yazmayı terkedeli beri onlarla oynamak eskisinden daha meşakkatli; mesafeli bir ciddiyetle yaklaşmam gerekiyor yoksa dilime dolanıp kalıyorlar inatla...eskiden az konuşup illaki her kullandığım kelimenin hokkabazlığına girişirdim, aklımın almadığını kağıda kardım mı anlamsızlık süsü verilmiş yığınla oyuncağım olurdu, severdim.

aynada gördüğüm yüzsüz, vücudum hakkında ileri geri konuşup asabımı bozarken susmak bilmiyor velakin nedense iş güzel laflar etmeye gelince çıt yok -hıh şuraya yazıyorum, kendini beğenmişlere burun bükmeyeceğim kat'iyen, meğer ne zormuş kendini beğenmek- çerden çöpten bilgilerle donanmış tenekeden kafalar dahi uygun ritimle hoş sesler çıkarıyor da benim kuyuya attığım taşın sesi daha yok ortalıkta...

uzun zamandır susmam gerektiğini sezdiğim sıra, usulca, lafları noktalamaya yakın yuttum, şimdilerde yutkundukça kursağıma takılan sözler yok öyle ama öfke/heyecan durumlarında kekeleme huyuna yakanladım, hayret ediyorum şu yaştan sonra kelimelerin beni böyle yumuşak karnımdan yumruklamasına!

keşke bu kadar çok konuşmak zorunda kalmasam... günde en az 5000 kelime sarfedip ortaya koyduğum hiçbir şey olmadığını bilmek dahası üste para alıp boş konuşmayı sürdürürkenonları yerli yerince sarfetmeyi bir türlü beceremiyor olmak içler acısı... üstüne üstlük güldürükçülüğüm sizlere ömür, bari soğuk da olsa kalaydı üç beş fırıldak laf aklımda, kendimi güldürecek kadarı kalsa olurdu yani, gülerkenki halim komik oluyor, kurtarırdım durumu belki...

çok konuşmakta gözüm yok ve fakat yazarken simidimi alıp kaçan serçeler gibi uçuşmasalar bu sözler hiç fena olmayacak!

1/18/11

keyifler nasıl?

keyfim bu ara pek ehil değil, çılgıncasına coşmuş durumda, arada dibe vuruyor ama onun hırçın coşkunluğunu artıran da bu zaten! ciddi hiçbir şeye kafa yorasım yok, ben salladıkça zorunluluklar da beni yakamdan tutup silkiyor, hırlaşıyorum kendimle bakalım nereye gidecekse böyle!?

gün itibariyle sevdiğim askerliği paketleyip anılarının müsait bir rafına kaldırmış durumda, seviniyorum fakat acayip derecede hüzünlüyüm, nasıl desem, sevinçle hüzün arası dengesiz bir ruh hali işte...

evlilik arefesinde olabilirim, ciddi bir yıkımın arefesinde olabilirim, sonsuz bir mutluluğun eşiğinde duruyorum belki de, bir uçuruma gözü kapalı yürüyor olmam da muhtemel...herhalukarda korkuyorum öyle böyle değil!

bu sefer cidden akışına bıraktım, çevreden 'yapma! etme!' tepecikleri yükseliyorsa toprağı bağrıma katıp akıp geçiyorum, yol bulamadığım kayaların etrafını dolaşıyorum kendimi kayaya çarpa çarpa…

göl gibiydim evvelce, durağan sevgilerim oldu benim, hep sevdiğimle kaldım, biriktim, yosun tuttum, taşmam ve akışkanlığıma yol bulmam için gerekiyordu belki bu, hani bana öyle geliyor ki öncesinde aşk adı verdiğim ne varsa bu akışa hazırlanmam içindi, yönümü bulmak için yönüm şaşmalıydı, olamaz mı?

ona 'ruhu revanım' dedim, ben için özel bir söz bu, akar da yatağımı bulur muyum, 'su gibi aziz olasın' dilekleri makbul olur mu -en azından şimdilik- bilinmez, korku da burada bir yerde giriyor devreye zaten, bir yarık beni içine çekiyor sanki ‘ipincecik akacağım dik yamacın birine meylediyorum; görülesi bir şelale fakat ummanı bulamamış umduklarıyla kalmış özünden kaynağından ırak kalmış bir ırmak sayacaklar beni' diyorum, şeytan ordan dürtüyor 'akışına bırak' neyse ne işte...'yatağına kırgın ırmaklar' adında bir kitap var, adıyla parçalıyor beni, 'katı olan her şey buharlaşıyor' adındaki kitapta da hissetmiştim bunu, buharlaştığımı...ve fakat asiye göksuya ve barajlarla durdurulamış daha nicesine yakınım, kol kolayım, iç içeyim hatta, defalarca o sularda yıkandım.

evet, tuz tadı var bu sonda... ama hayır, gözyaşı değil akıttığım, bir birlikteliğin coskusu bu, çılgınca bir umut, denizimin tuzlu suyu...imkansız mı? duyunca kocaman gülümsediğim o sözü tam buraya çakıvermeli işte "imkansız, reddedilmiş mümkündür"

12/09/10

sıcacık bir kış günü yolculuğu

günü bir sahil kasabasında dalgaları dinleyip portakal ağaçlarının seyriyle antrede güneşlenerek geçirdim, demlik demlik çay içtim, arkadaşımın her daim beni güldüren esprilerine bir kere daha güldüm, ara sıra kumda gezinip romantik düşler kurdum, tenimi sarı sıcağa bıraktım, gelecek yönünde beni endişelere salan kara kara bulutlara üfledim gitti, gülümsüyorum ve huzurluyum, kadim dostlukları çok ama çok seviyorum.

10/27/10

kayık mı sandal mı ne menem şeyse işte!

bu sabah işe çok ses çıkaran ve ayak uçlarıma eziyet eden topuklu bir ayakkabıyla koştura koştura gidiyordum, koprüde herhangi yankı yapacak ortam olmadığı halde topuk seslerim net ve keskindi; tak tak tak tak tak (yürürken yanımda böyle bir sesi taşımak beynimi deliyor fakat benden böyle kararlı seslerin çıkabilmesi şaşırtıcı, özgüvene yakın pek tanıdık gelmeyen havalara giriyorum hani) nalınlarını tıkırdatan haşarı kız çocukları gibi habire gülümsedim yürürken...

çıkardığım iç ve dış seslerden mest olmaya başlamışken köprünün tam ortasında durdum, kürekleri yana bırakıp kendini nehrin akıntısına bırakmış portakal soyan adamın yeride olmak istedim bir an, hayatı en az o adam kadar salmıştım akışına, sakin bir yaşamım vardı hatta denebilir ki hayatımdaki tek atraksiyon buydu yani işe geç kalıp kalmayacağımın adımlarımın sıklığına, bindiğin araca ve trafik ışıklarına bağlı olduğu bu koşuşturmaca, topuklarımın azizliğine uğramadığım sürece bu telaşın bana heyecan verdiği de kesindi, neden değişmesini isteyebilirdim ki? belki adamda kendimi gördüm ve olduğum gibi görünmek istedim, pejmurde bir kayıkçıdan daha kıyak nem var? belki biraz aşk... nerden biliyorum ki adamın yalnızlık çektiğini!? belki sevdiğine tasasızca sarılabilecek yakınlıkta, benden çok daha iyi durumda!

neden sevdiğimde dünyadaki tek gerçek aşıkmışım gibi şuursuzlaşıyorum bilmem, adam belki aşk meşk olayını ilahi mercilere taşımış aşmış benim olgunluk sandıklarımdan öte adam olmuş belki! adam aslında daha çok sarhoş olmuş gibi duruyor ama kime ne, bu adam kim, işe kaç dakika kaldı, adımlar, evet, daha çok adım var.

9/21/10

alarmlar bizim için çalıyor canım benim

uzun zamandır sabahları arkabahçe'nin "evindesin" uyarısıyla uyanıyorum, her sabah ilk duyguğum cümle "ellerimden tut ellerimden"... bu sabah bu lafı duyunca ağlamaya yeltendim ve kapatıp sırf alarma gıcık oduğum için kapadım gözümü, iyi halt yedim, geç kaldım işe tabi, şu an kendime yeni bir alarm müziği seçmeye çalışıyorum, "şöyle oynak bir şeyler olsun" dedim elim burhan öçal'ın nihavendine gitti fakat evvelce böylesi bir oynak havamda alarm niyetine babazula'dan zaniye oyun havası koymuştum, kafa keltoştu o sıralar üzerime afiyet "evde bir oğlan çocuğu var her sabah evi gazinoya çeviriyor, karıların kahkasından uyuyamıyoruz" diye baskına gelmişler annemin üstüne, bizimkisi tabi belertti gözleri bana, sıkıysa bir daha oyun havalarının yanına yaklaş, hadeeee... ayıptır söylemesi kulaklıkla dinlerken bile tırsıyorum, gaza gelip kahkaha atıverecekmişim gibi geliyordu zaten iyiden histerik etti bu havalar beni!

bulutsuzluk özlemin'den hükümsüzdür diyecek gibiyim, bakalım, eskinin sözsüz sazsız zamanlarına dönüp apocalyptica yahut neyzen tevfik falan mı desem ne desem bilemedim.

9/16/10

post yollamak yahut postayla yollamak, işte bütün mesele bu!

aşklı meşkli meseleler komik geliyor artık, bak halihazırda ciğerimi yakıyor ama şaka gibi yine de… “senden nefret ediyorum” diyorum öfkeli bir suratla, gülmekten alamıyorum kendimi, şekle bak, peh!…öfke suratımda ağır ve oturaklı duran bir ifade ama bünyeme ters, mideye de vuruyor, kendimden başkasına öfkelenmek saçma da geliyor zaten ama bahaneye ihtiyacım var.

içimde cırtlak sesiyle “unut” diye bar bar bağıran kaltak bir sussa sorun kalmayacak, yok en azından sabret biraz kadın, sen böyle tepinip sinirlerimi zıplattıkça kısa devre yapıyorum, görüntü beynimde donup kalıyor, aklımdan çıkaramıyorum haliyle, öyle bir kalemde silip atmak yapımda yok n’apim, ters bana yani, sus da bununla yaşamaya alışmama izin ver ne var sanki şaşkoloz!?

içimle didişmemi dışarıdan izlemek komik olmalı... tek kaşını kaldırmış bir tip, aşk meselesi düşündüğü o aptal sırıtıştan besbelli ama o kaş ikide bir kalkıp iniyor ya kafadaki tilkiler de belli, zaman zaman bünyeyi kasmasıyla patlak veren reflünün diline gelen ekşimsi tadıyla büzüştürdüğü dudakların dakkasına eski mayışık gülüşe adapte oluşu tam bir komedi filmi sahnesi gibi…

şimdi tamam alelade komikçilikleri burun farkıyla falan da olsa geçmişliğim yok, hoş son konuşmada “bu hikayenin cyrano’su olurdum isteseydin” demiştim anladıysa o burun farkı girmiştir olaya, velakin o laf arada kaynadığına göre gönüllük esas kabul edilmiyor bu dönen filmde…yine de eminim beceriksizce yaptığım bitiş hamlesi bile eğlendirmiştir onu,  bu yaşta bu saftirik haller, hey yavrum hey…

gülünç bir ayrıntı daha var; benim bu işe atlamamdaki en mühim sebeplerden biri mektupla askerliği ilişkilendiriyor olmam galiba, doğumgününde yazacağım mektubu düşünüp hınzırca gülüyordum, yüzyüze görüşeceğimiz zamanları düşünmek bile heyecanlandırmıyordu o kadar…  ve tek bir mektubum bile olmadı ondan, doğmamış çocuğuma yas tutar gibiyim, komiğim be harbiden :)

aşkla mektubu da bağlamışım beynimin bir yerinde niyeyse… ‘kolera günlerinde aşk’ın beni en heyecanlandıran kısmı aşk mektuplarıydı, başkaları için yazılanlar özellikle... cyrano çocukluk kahramanımdır, ne diyebilirim ki... güvercinleri diğer kuşlardan daha çok severim çünkü mektup taşıma potansiyelleri var, öyle işte.