Tam üç aydır Ankara'dayım.
Son bir aydır ağzmı açıp tek kelime konuşmak istemediğim olaylar oluyor, her kafadan bir ses, uğultular başımı döndürüyor artık...
Bu şehri sevemeyeceğimi tahmin ediyordum ama ummadığım kadar çabuk benimsedim, sanki burda yıllardır yaşıyor gibiyim, abuk subuk sokak isimleri bile çok tanıdık geliyor.
Sevdiğim iş, sevmediğim o kadar çok şeyle yüzleşmeme neden oldu ki sevincim kursağımdan öteye geçip içimde ne varsa kusma isteği uyandırıyor, ki sanırım bunun için burdayım, sığınağımda... işimi yine de seviyorum -fakat kendimi eskisinden de az- çuvalladığım her an için daha fazla kahroluyorum ve buna rağmen seviyorum.
En mutlu zamanlarda ölme isteğim depreşiyor, yemeğin en sevdiği kısmını sona saklayanlarda hep var mıdır bu acaba? mutlu sonları sevenlerde de var belki, olamaz mı? sanırım bu şekilde bahsedince intiharı çağrıştırıyor ama değil, iyi şeylerden bahsediyorum aslında, acı y da korku yok... çilekli pastanın en iri çileğini çikolataya bandırıp son lokmaya bırakmak gibi, leziz meseledir esasen!
Sınırlarımı alaşağı ettiğim tek yer burası... bu işin beni darmadağın etmesinden korkuyordum başlangıçta, olmadı tabi ki, yapılan işin kişisel sınırlarımdan teğet geçme ihtimali bile yoktu ama yazmak yine de tehlikeli ve soğuktu, dün itibarıyle yaptığım iş başkalaştı ve işte blogun güvenli kolarındayım, teselli için mi? belki... samimiyet yoksa burası da yok ben onu biliyorum.
Açıkçası halen masabaşı olan bir işte, sosyal medyaya uzak ve artık bloguma yakın, sevdiceğimin gözünün içinde bir yerdeyim, birinin gözüne bakınca kendini görmek güzel şeymiş vesselam...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder